Punto24 Bağımsız Gazetecilik Platformu (P24) ve Friedrich Ebert Stiftung (FES) tarafından geliştirilen “Geçmişle Yüzleşmek, İleriye Bakmak” programı kapsamında, Laki Vingas’la bir söyleşi yaptık.
Laki Vingas, Türkiye’deki Rum toplumunun “eşit vatandaşlık” talepleri, geçmişle yüzleşmek ve Rumların kendi geleceğini yeniden kurması konularındaki çalışmalarını anlattı.
Melih Cılga — Twitter: @melihcilga
Rumların “eşit vatandaşlık” talepleri ve geçmişteki hak ihlallerinin telafi edilmesine yönelik çabalarının bugün ana akım medyada yeterince ve hakkaniyetli biçimde yer bulamamasının sebepleri neler olabilir sizce?
Bence “eşit vatandaşlık” kavramının algılanışı yalnızca Rumlarla alakalı bir sıkıntı değil, Türkiye’nin genelinde de “eşit vatandaşlık” algısında bir sıkıntı var. Eşit vatandaşlık algısı bir kültür meselesidir ve burada eğitimden kaynaklanan bir kültür sıkıntısı var. Eşit vatandaşlık algısını yalnız dominant olmaya, yalnız güçlü olmaya bağlıyoruz. Hayır, öyle bir şey yok.
Sizce bu algının ta Osmanlı geleneğinden gelen “hâkim millet” algısıyla bir ilişkisi var mı?
Tabii var. Çoğunluğun tabii ki bir hâkimiyeti söz konusu oluyor. Ama eşit fırsatlar, saygı, kültüre saygı, başkasının haklarına saygı gibi konularda sınırları çizen, o sınırların bilincini geliştiren eğitim altyapısında sıkıntı var. Dolayısıyla, bu Osmanlıdan günümüze gelen, Cumhuriyetin kuruluş aşamasında yaşanılan bütün o sıkıntılar ve empoze edilen şartlarla geliştirilen bir süreçti. Bütün bu süreçte hâkim siyasi sınıf, vatandaşlık kavramını ve niteliğini belirlemiştir. Görüyorsunuz, bugün Türkiye’de eşit vatandaşlık konusunda şikâyeti olmayan kimse yok. Solcusu da, sağcısı da, dincisi de, gayrimüslimi de, ateisti de, deisti de, herkes şikâyetçi. Burada eşit vatandaşlığın temelini yaratan demokratik haklar, anayasa, hukukun üstünlüğü, fırsat eşitliği gibi kavramlarda sıkıntı var.
Eşit vatandaşlık birgün yerleşecekse ve hak ihlalleri telafi edilecekse, sizce bunda medyanın rolü ne olabilir?
Ama gazeteciler de sistemin bir parçası, uzaydan gelmiyorlar. Gazeteciler de bu eğitim sistemiyle yetiştiriliyor. Onların da üzerinde siyaseten her zaman bir baskı vardı. En azından, dominant bir yapıyla medya her zaman kontrol altında tutulmuştur. Askeri dönemlerde, ondan sonraki iktidarlarda, bu her zaman olur belli oranlarda. Ama bu oran, orantısız hale gelince, tabii ki ne yapacak gazeteci? İşini kaybetmemek için, patronun lafını dinlemek için… Allah’tan şimdi teknoloji arttı, bazı gazeteciler kendini internet ortamında ifade edebiliyor. Ama eskiye giderseniz, hangi dönemlerde Türkiye medyası özgürdü? 40’larda mı, 60’larda mı, 70’lerde mi, 80’lerde mi, Cumhuriyet’in hangi tarihinde Türkiye medyası özgür olabildi ki? Dolayısıyla medyanın özgür olmadığı bir süreçte gazeteci de kendini ifade edemiyor. Şu anda belki teknolojinin ve sosyal medyanın sunduğu imkânlarla sanıyorum çok daha özgür, çok daha liberal görüşler ifade edilebiliyor. Dolayısıyla ülkenin bütün problemlerinin temelinde bir eğitim ve kültür problemi var. Eşit vatandaşlığı, hukukun üstünlüğünü, fırsat eşitliğini savunacak, hak ihlallerine karşı çıkacak gazeteciler de bu kültürün içinden doğar.
Demokratik haklardan eşit biçimde yararlanma konusunda en büyük mağduriyeti yaşamış ve yaşamakta olanlardan biri de Rum cemaati. Acaba Rumlar bu haklar ve eşitlik gibi konuların Türk kamuoyuna daha iyi anlatılmasında bir sözcülük rolü üstlenebilir mi?
Rum cemaati deyince sayısal olarak çok küçük bir cemaatten bahsediyoruz. Ama fikirsel yapısı, tarihi, kültür mirası, organizasyon şeması çok büyük. Şu anda giydiğimiz elbise beş beden büyük, taşımakta zorlanıyoruz. Çok büyük bir kültür mirasınız var, yetmiş tane vakfınız var, okullarınızı açık tutmaya çalışıyorsunuz. Burada verilen mücadelenin yüzde ellisi, atıl mücadele. Çünkü siz geçmişinizle kendinizi mukayese ederek, geçmişi muhafaza etmeye çalışıyorsunuz. O yükü, o büyüklüğü, o boyutu muhafaza etmeye çalışıyorsunuz. Şimdi bu kadar tarihsel süreçten geçmiş bir topluma birden bire pragmatist bir iş adamı gibi yaklaşıp, “Ne gerek var üç tane okula, kapat bir tane kalsın, ne gerek var yetmiş tane vakfa, birleştir iki tane kalsın” gibi çok pragmatist, realist çözümler getirirseniz, tepki alırsınız. Ama ben bu yaklaşımı savunanlardan bir tanesiyim. Ben de pragmatik bakan, reel politikaya bakan bir adamım. Ama karşınızda öyle kökleşmiş bir tarih, kültür, gelenek var ki, bundan kaynaklanan o kadar tepki verebilecek insan var ki, siz bu kadar basite indirgeyip “Hadi bunları kapatalım, hadi paramızı böyle harcayalım, bu okulları niye açık tutuyorsunuz?” gibi basit paradigmalarla ilerleyemiyorsunuz. İlerleyememeniz de çok normal. Çünkü sizin bir tane okulunuzun tarihi 1454’te başlıyor (Fener Rum Lisesi). 1454’te başlayan bir dev var karşınızda. Hangi güç, hangi yürek onu kapatabilir, fonksiyon değişikliğine götürebilir? Şimdi bunları anlatabilmeniz gerekiyor.
“Kendi varlığımızı pekiştirmek ve kendi yarınlarımızı yaratmak istiyoruz”
Bu düşünceleri arkadaşlarımla paylaşabilmek için 2006’da “İstanbul’da Buluşma: Bugün ve Yarın” başlıklı bir konferans yaptım. O günlerde gazetelerde “Rumlar bitti, son Rumlar; sayıları 1450 küsurdu, iki tane daha öldü” gibi haberler çıkıyor. Yunanistan’da da bizim hakkımızda “Rumların son kalesi” gibi manşetler çıkıyor. Biz burada üzülüyoruz, sıkılıyoruz, kendi kendimize “Son değiliz, devam edeceğiz” diye iddia ediyoruz. O noktada, arkadaşlarıma “Geleceğimiz hakkında konferans yapalım” önerisini getirdim. Yaparsan destekleriz, cevabını alınca da, kapı kapı dolaşmaya başladım. 2005’te Yunanistan’a gittim, orada İstanbullu Rumlarla buluşup tanıştım ve İstanbul’da konferans yapma düşüncemi anlattım. Başlangıçta bana “Sen delisin” dediler. Çocuklarınızı okumaları için Londra’ya Paris’e değil İstanbul’a gönderin, orada eğitim alsınlar, belki orada kalırlar, dedim. Sonunda ikna ettim. Ama konferansı yapabilmek için bir taraftan İstanbul’daki Rumları ikna edeceksin, bir taraftan devleti ikna edeceksin, çünkü devlette başka bir paranoya var. İki sene evvel, bir Kürt konferansı olmuş, bir Ermeni konferansı olmuş, son derece siyasi nitelikli konferanslar. Şimdi ben devletin reflekslerini reflekslerini biliyorum, “Tamam bunlar düşman oldu. Ermeni, Kürt, Rum, üçgeni tamamlıyor” diye bakıyorlar. Bu sefer devlet kurumlarına gidip gelmeye başladım, “Bakın biz hiçbir siyasi hesap peşinde değiliz, kendi varlığımızı pekiştirmek ve kendi yarınlarımızı yaratmak istiyoruz” diyorum. Var olduğumuzu, burada varlığımızı sürdüreceğimizi, İstanbul Rumlarının merkezinin bu şehir olduğunu, burada bu kültürü yaşatmak azminde ve kapasitesinde sahip olduğumuzu göstermek istedik. 2005’te Zoğrafyon Mezunlar Derneği Başkanı sıfatımla düzenlemiştim bu konferansı. Bugün 2015’teyiz, şimdi 2025’i planlamamız gerekiyor.
Devlet yetkililerine “Biz siyaset yapmak peşinde değiliz, kendi geleceğimizi kurmanın peşindeyiz” demeniz acaba “Geçmişe yönelik hak ihlallerinin telafi edilmesi, devletin Rumlardan özür dilemesi gibi bir talebimiz şu anda yok” anlamına da geliyor muydu?
Hiçbir gizli gündemimiz yoktu, çok net ve naif bir toplantıydı. Benim orada yaptığım olay, bu birliği sağlamak, bu algıyı pekiştirmek, dikkatleri buraya çekmek ve buradaki tarihimizi, hayatımızı, varlığımızı devam ettirmek. Aynı zamanda, insanların özgürce kendi düşündüklerini ifade etmesini sağlamak istedim. Benim açık ve şeffaf bir toplum yaratmaktan başka hiçbir gündemim yoktu. Toplumun bireyleri kendini nasıl ifade edecekse etsin. Özür talep edebilir, başka bir şey talep edebilir. Benim böyle bir amacım, gündemim yoktu.
Özür meselesini Rum cemaati içerisindeki tekil bireylere bırakıyorsunuz o zaman, diyebilir miyiz?
Evet. O toplantımızın hiçbir gizli gündemi yoktu, altını çizerek söylüyorum, son derece naif ve temiz bir toplantıydı. Bunu da zaten son 10 yıllık süreç içerisinde devletin birimleri de kamuoyu da görmüştür.
Hak ihlallerinin ve adaletsizliklerin telafi edilmesini istemek de “temiz olmayan” bir konu değil zaten.
Tabii, hak ihlallerinin giderilmesini istemek de temiz ve naif bir talep, onu da yaptık. Ama o toplantıda bizim öncelikli amacımız, kendimizi sınamaktı. Biz var mıyız, böyle bir kapasitemiz var mı, bunu göstermekti. Oradaki konuşmamda “Biz iki ülkenin oyuncağı olmaktan yorulduk, birilerinin kavgası arasında malzeme olmaktan yorulduk, biz Lozan’ın azınlıkları ilgilendiren maddelerinin iki ülke arasındaki yorumlanış biçiminin bir oyuncağı olmaktan yorulduk.” dedim.
Aslında Lozan, gayrimüslim azınlıkların haklarına güvence sağlamak amacıyla Batılılar tarafından bu şekilde yazıldı, ama Türk devleti Lozan’ı kendi kolayına geldiği şekilde yorumlayarak uyguladı, diyebilir miyiz?
Mutabıkım, yüzde yüz mutabıkım. Ama gerçekçi olalım. 100 sene Lozan’a riayet etmeyen bir süreç yaşamışız. Artık ben azınlık haklarının devamlı Lozan üzerinden gündeme getirilmesine, böyle bir algı yaratılmasına karşıyım. Çünkü, bir, Lozan hiçbir zaman uygulanmadı. İki, Lozan’ı imzalayan yedi sekiz yabancı ülkenin hiçbirisi Türkiye’nin kapısını çalıp bizim azınlıkların problemlerini, sıkıntılarını sormadı, bunun peşine düşmedi. Şimdi bırakalım, Lozan’ın bu azınlık konularında ne kadar faydalı olduğunu hep birlikte yaşadık. Dolayısıyla ben 21. asırda Lozan’a atıfta bulunarak gelecek yaratmak istemiyorum, ben buna karşıyım.
O zaman yeni bir diyalog zeminini sıfırdan gayrimüslimlerin kurması gerekmiyor mu?
Onu yapıyoruz zaten. Lozan imzalandığı zaman Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi yoktu. Şimdi o varken ben ne diye sadece Lozan’a gireceğim? Lozan’ın bizimle ilgili maddeleri hiç uygulanmadı zaten, artık ben günlük hayatımda Lozan’ın maddelerine sığınamam. Ben günlük hayatımda fırsat eşitliği, şeffaf bir toplum, demokratik bir toplum, kendimi özgürce ifade edebileceğim, özgürce eğitim alabileceğim, kurumlarımı istediğim gibi, kendi imkânlarım ve ihtiyaçlarıma göre şekillendirebileceğim özgürlüğü istiyorum.
Devletle bir diyalog yürütmek farklı bir iştir, savunduğunuz bu demokratik değerleri “sokaktaki vatandaşa” ve Türkiye kamuoyuna anlatmak ise daha farklı bir iştir, diye ayırabilir miyiz? Özellikle de iletişim yaklaşımları açısından, devlete ve kamuoyuna konuşmak arasında ne gibi farklar var?
Unutmayın ki, siyaset de bürokrasi de netice itibariyle kamuoyundan çok etkilenen ve kamuoyunu etkileyebilecek güçler. Siyaset de bunu istiyorsa medya üzerinden kamuoyunu etkileyebilir. Örneğin Cumhurbaşkanı Erdoğan başbakanken Atina’ya giderken bürokrasiye bir talimat verdi, “Gayrimüslim insanlar bizim vatandaşımızdır, eşitlik sağlayın, işlemlerinde zorluk çıkartmayın” dedi. Veya örneğin hem Erdoğan’dan hem Arınç’tan çok sık duyduğumuz gibi, “Malları mülkleri iade ederken biz size bir jest yapmıyoruz, bu mülkler size aittir. Devlet tarafından el konmuştu. Bunların iade edilmesi sizin hakkınızın iadesidir” gibi mesajlarla kamuoyunu bilinçlendirdiler. Ayrıca doğaldır ki, bu konuda kamuoyunu yönlendirmek açısından, medyadaki çalışanların ve akademisyenlerin rolleri çok büyüktür. Onun içindir ki şu anda ben bir akademik platform çalışması içine giriyorum Bilgi Üniversitesi’yle İnsan Hakları Merkezi çerçevesinde. Ben Rum cemaati içerisinde yirmi yedi yıldır çalışıyorum. Ama altı yıl boyunca da, devlet-azınlık ilişkileri çerçevesinde bütün cemaatleri temsil etmek gibi bir onur taşıdım. Şimdi de yine aynı hızla, ama Vakıflar Genel Müdürlüğü dışında, farklı platformlarda, AB projeleriyle ve farklı konseptlerle çalışmalarıma devam ediyorum. Devlet ve azınlık cemaatleri ilişkisinde çok önemli algısal, hukuksal, sosyolojik gelişmeler sağlandı. Buna rağmen, cemaatlerin yapısı itibariyle, kendi iç dinamikleri ve zaafları itibariyle, cemaatler o kadar gerideler ki, özellikle de küçük cemaatler. Ermeni cemaati biraz daha ilerde, sayısal olarak daha fazla olduğu için. Burada öyle bir hız farkı yaşıyoruz ki, mesela Türkiye %5 büyüyorsa bir senede, azınlıkların 10 sene boyunca her sene %15 büyümesi lazım ki ülkenin temposunu yakalayabilsin, ülkenin doğal sürecine girsin. Çünkü çok geriden geliyor.
Çok engellenmiş, çok bastırılmış cemaatlerden bahsediyoruz.
Evet, çok engellenmiş, çok bastırılmış, çok sıkıntılar yaşamış. Kendi fiziki ve ruhsal yapısı da bozulmuş. Bazen “suni bir toplum” haline geldiğimizi düşünüyorum. Mesela bu ifadeyi bazen Rum toplumu için kullanıyorum. Yani etiketi ve belli bir oranda da itibarı, realitesiyle çok orantısız, çünkü ülkenin veya günümüzün şartlarına ve fırsatlarına hitap edemiyor. Ne fırsatları gerçek anlamda pozitif biçimde geliştirebilecek insan sayısı ne o şantiyeleri götürebilecek bilgi ve know-how sahibi var, ne de şu anda Türkiye’nin yirmi tane kuruluşunda üst kademelerde, yirmi tane değil on tane bile Rum bulamazsınız.
Bunun ağırlıklı sebebi Rum cemaatinde yaş ortalamasının çok yüksek olması mı?
Yaş ortalaması, sayısal zaaf, eğitim problemi, geçmişten gelen sıkıntılar…
Bir de “geri dönüş” konusu var. Zorla sürgün edilmiş Rumların içerisinden Türkiye’ye dönenler oldu mu, yeniden vatandaşlık hakkı talep edip alanlar, hatta buradaki mülklerinin tazmin edilmesi konusunda girişimleri olanlar oldu mu?
55’te gidenler, 64’te gidenler, 74’te gidenler… Ben geri dönüş konusuna da biraz farklı bir perspektiften bakıyorum. O insanların veya onların çocuklarının geri dönmesi gibi kısır bir çerçeve içinde bu olayın geliştirilmemesi gerekiyor. Bu insanların haklarının iadesine evet, vatandaşlığının iadesine evet, varsa mallarının iade edilmesi veya tazmin edilmesine evet, yüzde yüz katılıyorum. Ama bu ülkenin Rum cemaatine bir de farklı bir jest yapması lazım, pozitif anlamda. Bu kadar büyük kültüre sahip bir toplumun gelişebilmesi için insan sayısına ihtiyacı var. Son elli yılda Türkiye’ye gelenlere bakarsanız, Suriye’den, Irak’tan, Afganistan’dan, Rumeli’den Bulgaristan’dan en az dört beş milyon insan geldi. Devlet, üç bin tane dört bin tane Rum Yunanlının buraya gelmesini sağlamalı. Devlet isterse bunu yapabilir. Geri dönüşü zaten normal sürece bırakırsak, elli senede çok az adım atarız. Çünkü İstanbul zor ve pahalı bir şehir, bıraktıkları İstanbul değil.
Kaç kişinin tazminat talebinde olumlu ilerlemeler oldu?
Mülklerini mahkeme yoluyla geri alanlar ve satanlar oldu, tam sayısını bilmesem de, bence herkes kendi malının mülkünün peşinde şu anda. Çok büyük gelişmeler yaşandı. Vatandaşlık konusunda da Türk diplomasisi çok cömert Atina ve Selanik’te. Hem Gökçeadalılara hem İstanbullulara, kim talep ediyorsa, hukuk çerçevesindeyse, son iki üç yıldır vatandaşlık hakkını çok hızlı veriyor. Ama insanlara kendi başınıza gelin İstanbul’da iş bulun derseniz, ancak otuz tane pilot gelir. Bu insanların zaten intibak etmesi de mesele, üç beş sene kalıyor ve gidiyor. Ama devlet diyebilir ki, “Ben TOKİ’den dört bin tane daire veriyorum, üç yıllığına beş yıllığına. Bir sağlık kartı veriyorum. Geçmişte devletin arınma ve temizlik politikalarıyla biz sizi kovduk 1964’te. Şimdi geçmişi düzeltmeye ilişkin bir adım atalım.” Devlet böyle bir teşvik sağlayıp jest yapabilir. Devletin böyle bir adım atması, büyük bir enerji yaratacaktır. Dört bin beş bin insana böyle bir teşvik verilirse, İstanbul’daki Rumlara dahil olan bu insanlar şartları zorlamaya başlayacaklardır. Neyi zorlamaya başlayacak? Çalıştıkları yerlerde yönetim kadrolarına gelmeyi zorlayacak, eğitim sistemimizin kalitesini zorlayacak, talepkar olacaklar.
“Gayrimüslim cemaat vakıfları haricinde seçme ve seçilme hakkından mahrum kalan hiçbir tüzel kişilik yok!”
Rekabetsiz toplum benim için suni toplumdur. Ben de şu anda kendi toplumumu rekabetin olmadığı bir toplum olarak görüyorum. Onun içindir ki benim en büyük amacım, inşallah bu seçim yönetmeliği çıkarsa ki, çıkması lazım, iki senedir çıkmıyor biliyorsunuz. Bu iktidarın büyük bir yaptırımıdır. Yani ben sana evini veriyorum, ama kullanım hakkını da ben tutuyorum; olur mu böyle şey? Yani sen bana bina iade ediyorum diye propaganda yapıyorsun, ama seçme seçilme hakkımı elimden alıyorsun. Türkiye’de gayrimüslim cemaat vakıfları haricinde seçme ve seçilme hakkından mahrum kalan hiçbir tüzel kişilik yoktur. Bu kadar anti-demokratik ve keyfi bir uygulama olur mu? Onun için ben bu tüzel kişiliklerin seçme ve seçilme hakkı konusunda bastırıyorum ve bastırmaya devam edeceğim. Tüzel kişilik konusunu çözünceye kadar mücadelem devam edecek. Cemaat vakıfları içerisinde seçim sisteminin yerleşmesini istiyorum çünkü denetleme sisteminin de yerleşmesini istiyorum. Kendi denetimi olmayan, kendi kendini yenileyemeyen, muhalefeti olmayan, rekabeti olmayan bir toplum suni toplumdur. Azınlık vakıfları ve devlet arasında çok olumlu gelişmeler olmuş olmasına rağmen, biraz önce gelişme hızları arasındaki farktan bahsettik ve gayrimüslim cemaatlerinin çok daha hızlı gelişmesi gerektiğini söyledim. Ama o hızı yakalayabilmek için, daha özgül daha bağımsız bir parametrenin varlığına ihtiyaç hissettim ben bu altı yedi yıllık süreçte. Devlet kurumları olsun, cemaat yapıları olsun, hep bir temkinlilik var, geçmişten gelen. “Ya bütün her şeyi hemen vermeyelim, her şeyi pozitif görmeyelim” şeklinde. Her pozitif adımda bir şüpheyle yaklaşma geleneği var. Devlette “Azınlıkların haklarını dilim dilim verelim, parça parça verelim” yaklaşımı var ki bu bir realitedir. Biz de parçaları toplayıp eksiklerimizi tamamlamayı hayal ediyoruz. Farkındayım, ama yapacak bir şey yok. Şimdi buna rağmen yeni fikirler, yeni teoriler, yeni uygulamalar üretmek gerekiyor. Bu konularda devleti de eğitmek lazım, cemaatleri de eğitmek lazım. Onun için ben diyorum ki, bir akademik platform sağlarsak, orada bazı gençlerimizin mastırını, doktorasını, atölyelerini teşvik edersek, hem azınlık konularında dünyayla bütünleşmiş oluruz, hem Türkiye gibi azınlık problemleri olan, yıllarca bu sancıları yaşayan ve bundan deneyimler çıkaran bir ülkenin enerjisinin başka ülkelerle etkileşime girmesini sağlarız.
Türkiye’deki kamuoyunun ve sokaktaki vatandaşın Rumlar hakkındaki düşünce ve yargılarını olumluya çevirmek için neler yapılabilir? Sizce Türkler Rumları ne kadar tanıyor?
On sene öncesine kadar Rumlar bir devletin resmi tarih kitaplarından, iki Patrikhane hakkındaki “Yok efendim Büyük Ortadoğu Projesi’nin parçasıdır, Vatikanlaşıyor, ekümeniklik istiyor” gibi saçma sapan şeylerle bilinirdi. Şimdi görüyorsunuz ki ekümeniklik bir problem olmaktan çıktı on senede, kullanılıyor, kullandırtılıyor, Türkiye’de patriğimize ekümenik sıfatıyla fahri doktoralar veriliyor. Bu kadar basitti. Ama iki şey var burada. Patrikhanenin günümüzün şartlarında “bir numara olma” sıfatını yalnız teorik bir sıfat değil de fiiliyatta uygulayabilmesi için ciddi anlamda desteğe ihtiyacı var. Bu da Türk devletinin tercihleriyle orantılı bir şey. Yani devlet burada güçlü bir kilise mi istiyor konjonktürel olarak, yoksa küçücük, zayıflamış, herkesin zayıf olduğunu bildiği, ama tarihsel sistem içinde “bir numara olmayı” teorik olarak temsil ettiği bir kilise mi istiyor?
1923’te devlet tarafından kurdurtulan Bağımsız Türk Ortodoks Patrikhanesi, devletin zayıf bir Fener Rum Patrikhanesi istediğinin kanıtı sayılabilir mi? Hem sizin cemaatine ait üç tane kiliseye de el koymuş durumlar, değil mi?
Evet, ama ben şimdi 21. yüzyıldan bahsediyorum, o 20. yüzyılın kalıntıları. İşgal edilmiş dört kilise vardı birisi yıkıldı, kalan üç kiliseyle ilgili dava açtık, bize geri verilmesini talep ediyoruz. Hukuki olarak en azından 1965’te elimizden alınan iki tanesi, yüzde yüz bizim. Daha da acısı, bize baskı olsun diye, bizim yapımızı kültürümüzü böyle bozan bir ailenin vefat eden kişileri ve kendi kendilerini patrik ilan eden şahısların mezarları, bizim Rum kabristanının kilisemizin önüne, koskoca iki tane anıt mezar gibi konuldu, “patrik” unvanlarıyla bize empoze edildi devlet tarafından ve hala oradalar. Şimdi bu semboller var oldukça, geçmişi unutmak mümkün olmayacak. Ben tabii ki geçmişle yaşamaya karşıyım, ama geçmişi unutalım da demiyorum, ama ilerlememiz de lazım.
Geçmişle yüzleşmek şartıyla ileriye bakmak en doğru stratejidir, denilebilir mi?
Evet, yüzleşiyoruz zaten, ben yüzleşmeyelim demiyorum. Ama yüzleşelim diye de otuz senemi kaybetmek istemiyorum, zamanım yok çünkü. Yani ben yüzleşeyim ama sıfırlanayım da istemiyorum. Bazı insanlarımız yüzleşme için yatırım yapıyor, ben ise var olma, pekişme ve kök salmak için uğraşıyorum. Yüzleşmek için farklı ortamlar, imkânlar mevcut. Mesela Gökçeada’daki okul gibi. Gökçeada’daki ilkokulu açtırırken Milli Eğitim Bakanlığıyla ben üç sene çalıştım. Şu anda çok az öğrencisi var belki, çünkü hala şüpheler hala endişeler var.
Ortalama Türk vatandaşının, Türkiye kamuoyunun Rum cemaatini ve tarihini daha iyi tanıması için neler yapılabilir sizce?
Öncelikle, her yaptığımızı şeffaf bir şekilde yapmalıyız ve sadece cemaat vakıfları üzerinden değil, yeni oluşumlar da yaratmak gerekiyor. Mesela 2010 yılında İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olması kapsamında, Rum mimarlar hakkında bir proje yaptım. Bu projeyle kamuyla temas ettik, Kalkınma Ajansı’ndan temsilciler istedik, birlikte Gökçeada’ya, Hatay’a gittik. Kalkınma Ajansı’nın projelerini, teşviklerini halka sunduk, paylaştık. Geçen sene Gökçeada’daki etkinliğe yüz kişiyi götürdük, herkes ilgilendi. İşte budur. Bugün İstanbul’da yaşayanların hürmetini, saygını kazanacak bir şey yapmak ve insanların dikkatini Rum cemaatine çekmek istiyordum. Örneğin, İstanbul’da insanlar Çiçek Pasajı’nın önünden geçerken, o binayı Rumların yaptığını bilsinler istedim. Zoğrafyon Lisesi Mezunlar Derneği başkanı olarak, “Batılılaşan İstanbul’un Rum Mimarları” sergisini yaptım 2010 yılında. Ama bu projeyi 2010 ajansına kabul ettirirken de zorlandık. İsminde “Rum” geçtiği için, “bir kimliği öne çıkarıyor” gerekçesiyle kabul etmek istemediler önce. “Rum mimarlar yerine, Helen mimarlar deyin” önerisini getirenler de oldu. Tüm bunların içinden geçerek ben o projeyi ortaya çıkardım. Bu sergi şu anda Amerika’da, 22 veya 23 Mayıs’ta da Gökçeada’ya gelecek.
2010’da başlayıp bugüne kadar devam eden böyle önemli bir kültür projesinin (“Batılılaşan İstanbul’un Rum Mimarları”), Türkiye’de ana akım medyada haber olmamasının sebebi nedir sizce?
Bilmiyorum. Bu konuda büyük gazetelere röportajlar verdiğim halde, yayımlamadılar. Hassas konulara girdiğiniz zaman yayımlamıyorlar… Biz özellikle ilk aşamada İstanbul’da Rum kimliğini, yalnızca kilise hüviyetiyle sınırlı değil, Rum toplumu olarak da hayatımıza devam ettiğimize dair algıyı pekiştirdik. Hem kendimizde, hem yurtdışındaki Rumlarda hem de devlette bu algıyı oluşturduk. Şimdi İzmirli Rumları organize etmeye çalışıyorum. Altı yıldır Gökçeada’yı organize etmeye çalışıyorum bir okulla. Neden okul? Okul olmazsa gelecek yok demektir. Gökçeada’yı tamamen yaşlılara bıraktılar. Yaşlılar üzerinden yapılan yüzleşmeden çok, gençlerle ve gelecek üzerinden yapılacak yüzleşme, bana daha çok şey ifade ediyor. Şimdi benim hedeflerim arasında bu akademik platform projesi var, Gökçeada’da ortaokul ve liseyi açtırmak için çalışıyorum. İzmir’deki Rum cemaatini de kurumsallaştırmak, orada da bir dernek kurmak istiyorum. Yalnız kilise ve ibadet üzerinden var olmak değil, toplum olarak da var olmayı ve aktif olmayı savunuyorum her zaman. Sistemimizi geliştirecek bir yapıya ciddi anlamda ihtiyacımız var. En fazla güvendiğim nokta, çok çalıştığım ve ümit ederim ki mahcup olmayacağım konu, yeni seçim yönetmeliğinde vakıfların yönetiminin birleşmesi. Bizim şu anda yapımız ve nüfusumuz itibariyle, yetmiş tane vakfı ve yanında dernekleri böyle zor bir şekilde ayakta tutmak gibi bir lüksümüz yok. Yaptığımızı zannediyoruz. Bizim vakıf sayımızı azaltmamız lazım. Yani biz yetmiş tane yönetim kurulu oluşturmak yerine, yirmi tane oluşturalım. Böylece rekabet ortamı yaratmış olacağız. Bu yaklaşım, hazırladığımız seçim yönetmeliği taslaklarında var.
Sürdürdüğünüz AB projesi kapsamında yeni yayımladığınız “Azınlık Vatandaşları — Eşit Vatandaşlar: Rum Cemaati Üzerine Çalışma Metinleri” isimli kitapçığı neden çok önemsediğinizi anlatabilir misiniz?
2011’de Rumvader derneğini kurduk, altı ay sonra dernek adına, “Azıklık Vatandaşları — Eşit Vatandaşlar” başlıklı bu Avrupa Birliği projesine başvurduk. Bu projenin amacı genel kamuoyuna azınlık vatandaşlarını anlatmak değil, kendi cemaatimi eğitmek. Ben bu projeyle kendi cemaatimdeki insanları eğitmek istiyorum, azınlık vatandaşlarını nasıl “eşit vatandaş” bilincine taşıyabileceğimin cevabını arıyorum. Kendi vatandaşıma “Sen eşit vatandaşsın, ikinci sınıf vatandaş algısından çık, mesuliyetlerini de bil, taleplerini de bil, kendini ifade et” diyorum. Bu çerçevede en son bu kitapçığı hazırladık. Ben biliyorum ki bu kitap Rum cemaatinden ve patrikhanenin bazı fertlerinden tepki alacak. Kendi içimizden insanlar bizim zaaflarımızı açıkça dile getirdiği için tepki verecek. Ama ben bilerek yaptım. Bu kitap için, biraz dinamik düşünen, kendini özgürce ifade edebilen akademisyenlerden rapor istedim ve bu makaleler hiç sansürlenmeden, olduğu gibi yayınlansın istedim. Bize bakıp izleyen insanların görüşleri bunlar. Bu özgür eleştirilere bakarak eğer eksiklerimiz varsa tamamlamaya çalışacağız. Yeni anlayışımız bu. İnsanlar özgürce konuşsun istiyorum. Biz kendimizi gizledikçe, sınırladıkça, kendimizi hapsediyoruz. Hapsolmuş bir toplum büyüyemez. Tenkit edilen, dinamik ve rekabet ortamı içinde olan bir toplum büyüyebilir. Ben kendi toplumumu iyileştirmek, geliştirmek, güncelleştirmek istiyorsam, hukukun üstünlüğüne, fırsat eşitliğine dayanan, hesap verebilen, denetlenebilen bir toplum istiyorsam, eksiklerimi de paylaşmam lazım.