31 Aralık 2007 Pazartesi

Huzur ve belirsizlik ilişkisi...



Huzur arayışımız ve belirsizlik arasındaki ilişki, bir tür "mesafeli tutku" durumunu anlatır sessizce, insanın çevresiyle etkileşime girdiği anları ve seçilmiş yalnızlıkları boyunca, bir "planlı sürüklenme eğrisi"ne teğet geçmesi tezine dayanır sadece... Ve bu iddiasız tez, şehir hayatını seçmiş bir meczup dervişin rüyaları kadar inandırıcı sayılmalıdır, daha fazla bir yere varması da gerekmez...

Her insanın içindeki "iyi kurgulanmış bir vaatin gerçek olduğuna kendini kaptırma eğilimi" ve varoluşunu sürdürme güdüsü, algılarımızdan gelen verileri dengeleyerek, o an için kabul ve tahammül edilebilir bir gerçeklik tarifi sunar bize...

Çoğu kez, bu gerçekliğin durağan değil, hareket halinde bir şey olduğunu göz ardı ettiğimizden, alışmak istediğimiz bu durumun kaybolmaya yüz tutmasından şikayet ederken buluruz kendimizi: Biz huzur ararken, karşımıza eşitsizliklerin getirdiği tedirginlik çıkar... İşte bu teğet noktasındaki "düşkırıklığı ve öfkeyi yönetebilmek becerisi"nden de yeni bir olasılık doğar: Sürdürülebilir tedirginlik ve merak ilişkisi...

En temel doğa kanunu olan "eşitsiz gelişim", pek eğlenceli bir konu değil... Zaten eğlenceyi de, eşitsizlikleri unutma arayışı olarak tarif etmek mümkün... "Kendi varoluşunun sınırlarını nereye kadar zorluyorsun?" sorusunu fazla romantize etmemek şartıyla, demek ki, başkasına yakınlaşabilmek de kendinden uzaklaşmakla başlar...

Bizim tezimiz, kibir ve eziklik kutuplarında tanımsız olduğundan, başkalarıyla birlikte yapılabilecek şeylerin sürdürülebilirlik olasılığı, gerekli kavgaları etmeden gerçekten arkadaş olunamayacağı varsayımına dayanıyor her şeyden önce... İdare edilerek geçiştirilen eşitsizlikler derinlerde bir yerde öfke biriktirdiği için, aslında birer gizli yardım çağrısı olan samimi kaprislerin ve uyumsuz beğenilerin tetiklediği kaçınılmaz kavgaların açtığı yaralardan içeri sızan temiz hava, insanı kapalı bir sistem olmaktan alıkoyar ve hayata müdahale kabiliyetini artırır...

Tamam başkaları da söylüyor, bu yüzyıl, derin düşüneni hor görmeyi öğretti bize, ama yine de alışkın olmadığımız durumlar karşısındaki acemiliği ve boşluk anlarının belirsizliğini sevmeye çalışmakta fayda var... Çünkü doğası gereği uçucu-hareketli bir şey olan huzur, yalnızca aralarında mesafe olan beklenmedik ve ayrık zamanlarda sürdürülebilir bir hal... Ve onun değerini bilebilmek için, aynı anda yoksunluğunu da önemseyebilmek gerekiyor ki, zamanda ayrık buluşmaların taşıdığı merakın olasılıkları yükselebilsin...

Planlı sürüklenme eğrisine teslim olan insan, bilinmeyene varmak uğruna bilerek incinmeyi göze aldığından, gücü yettiğince kurgulayabildiği bir eşitsiz gelişimin ihtimallerini yaşar, ümitlerini sık sık kırılma noktalarında test eder... Çünkü sezgileri ona, yeniden büyülenebilmenin ilk şartının önceki büyülerden kurtulmak olduğunu söyler...

Galiba asıl mevzu, herkesin kendine hakikatli ve mesafeli bir tutku edinebilmesi; gerisi hoş bir hayal, bir hikaye, tıpkı yukarıda anlatılanlar gibi...

Bu arada, tüm Storytelling okurlarına mutlu yıllar... :)

27 Aralık 2007 Perşembe

Duvarın arkası deniz...


1995’in kış ayları, Kaş’ta bahçesinde limon ağaçları olan eski bir Rum evinin giriş katını kiralamış, hala gençken kendime bir kaçamak dünya kurmaya girişmişim. Bahçe duvarının hemen arkasındaki kayalar sessizce denize iniyor. İn cin tabu oynasa yeridir... Cuma günleri Meis’ten buraya domates peynir vs almaya gelen yaşlılar sessizce gözlerini kaçırıyorlar sohbet etmeyi her deneyişimde... Sanki bütün sorular daha önce sorulmuş, umursamıyorlar bile... Yerli yaşıtlarımın anlattıkları ise külliyen yalan, dokununca dağılıveriyorlar hemen.

İyi ki elimde cahil cesaretiyle çevirmeye çalıştığım bir kitap, Bukowski’nin son romanı “Pulp”. Şunlar oradan:

“Dünyanın büyük kısmı kafayı yemişti. Geri kalanlar da öfke içinde yaşıyorlardı. Ha bir de ne kaçık ne de öfkeli, sadece salak olanlar vardı. Hiç şansım yoktu yani. Sadece oturup sonumun gelmesini bekliyordum...

Genellikle yaşamın en güzel bölümleri hemen hiçbir şey yapmadığınız anlardır. Vaktinizi tümüyle ense yaparak geçirirsiniz. Her şeyin anlamsız olduğunu fark ettiğiniz zaman, bunun ayrımına varmış olmanız yaşamınızı anlamsız olmaktan kurtarır aslında...”


Anlatacak hikayen yoksa efendice susmanın yalan söylemekten daha güzel olduğunu ilk kez limonlu bahçeme hiç uğramayan yaşlı bir adamın “bekleme notları”ndan öğrendim... :)

26 Aralık 2007 Çarşamba

Sosyalleşmek ve kırılma noktası...




"İnsan özgürlüğe yalnızlık şartlarında değil, kurallarını bilinçli olarak kabul ettiği toplum (kent) içerisinde ulaşabilir..."

Bu dünyada binlerce insan, belki de herkes için hayatı daha yaşanılır, daha güzel hale getirebilecek binlerce şahane fikri hiç kimseyle paylaşamadan çekip gidiyor ne yazık ki... Oysa hayatın akışını "ifade edilebilen istekler" yönetiyor... Farklı bir bakış açısıyla, bütün insanlık tarihi "isteklerin çatışması"ndan ibaret değil mi aslında?

Mesela birisine onu sevdiğini ya da sevmediğini söyleyebilmek, bir kırılma noktasıdır ve artık o andan itibaren hiçbir şey eskisi gibi değildir... En basit dille "ağlamayan çocuğa meme verilmez"den, özgürlük teorilerindeki "hak verilmez, alınır"a kadar geçerli bu...
Birisi benden onaylamadığım bir şeyi talep ettiğinde tabii ki cevabım "Hadi ordan!" olacaktır ilk başta. Ama işte güzel ve zor bir soru: İnsan bir şeyi neden ister? Ya da, insanın neyi istemeye hakkı vardır? İkinci sorunun cevabı kolay: Sonuçlarına katlanmak anlamında, ahlaki sorumluluğunu üstlenmeye hazır olduğu her şeyi istemeye hakkı vardır insanın... Buna benim için bir kırılma noktası olan "sosyalleşmeyi istemek" de dahil...

Lou Reed'in Syracuse Üniversitesi'ndeki edebiyat hocası olan Amerikalı şair Delmore Schwartz'tan küçük bir alıntı:
"To express anything is to free it not only from not being known but from personal experience, personal distortion, the limited point of view of anyone at any moment // Bir şeyi ifade etmek, onu yalnızca bilinmez olmaktan değil, aynı zamanda kişisel deneyimin sınırlarından, kişisel etkilerle bozulmalardan ve bir kişinin bir andaki sınırlı bakış açısından da kurtarır, özgürleştirir."

Biraz serbest stil bir çeviri oldu ama, derdimi ifade edebildim ya, bu da bir kırılma noktası ve artık hiçbir şey eskisi gibi değil... :)

Prospero’nun Kitapları...


“Rüyaların yapıldığı maddeden yapılmışız biz ve uykuyla çevrilidir küçücük hayatlarımız.”

Shakespeare, “Fırtına / The Tempest” oyununda yaşlı Prospero’ya söyletir bunu... Yönetmen Peter Greenaway de 1991 tarihli filmi “Prospero’nun Kitapları”nda yeniden anlatır bu gizemli hikayeyi, hem de resimle sinemanın eşsiz bir buluşmasını sergileyerek:



Yaklaşık 15 yıl önce Emek Sineması’nda seyrettiğim bu filmin neredeyse hemen her sahnesi karşısında, sanki beni de içine çeken sarıp sarmalayan canlı bir tabloya bakıyormuşum gibi ağzım açık kalakaldığımı hatırlıyorum... :) Tabii ki sonra Prospero’nun kitaplarının peşine düştüm elimden geldiğince...

Prospero, Milano şehrinin yöneticisidir aslında ama (kardeşi de dahil olmak üzere) etrafındaki insanlara fazla güvenmesinin bedelini denizde ölüme terkedilerek öder. Kızı Miranda’yla birlikte bir sandala bindirilip ölümüne sürgüne gönderilen yaşlı adamın az sayıda sevenleri de vardır tabii ki. Vefa sahibi eski dostu Gonzalo, Prospero’nun sandalına yiyecek içecek ve tam 24 tane kitap bırakır... Kader kurbanı ikili, sadece Sycorax isimli bir kadın ve oğlu Caliban’ın yaşadığı bir adaya ulaşırlar. Prospero adayı ele geçirmek için kadını öldürür, oğlanı da kendine köle yapar ve olaylar gelişir... :)

Burada yeniden o kitaplara dönmek istiyorum, çünkü Prospero onlar sayesinde denizlerde yolunu bulabilmiş, 12 yıl boyunca adasını yönetebilmiş, kızı Miranda'yı eğitebilmiş ve fırtınalara hükmeden bir büyücü olmayı öğrenmiştir... Kitapların isimleri şöyle:

The Book Of Water
A Book Of Mirrors
A Book Of Mythologies
A Primer Of The Small Stars
An Atlas Belonging To Orpheus
A Harsh Book Of Geometry
The Book Of Colours
The Vesalius Anatomy Of Birth
An Alphabetical Inventory Of The Dead
A Book Of Travellers' Tales
The Book Of The Earth
A Book Of Architecture And Other Music
The Ninety-Two Conceits Of The Minotaur
The Book Of Languages
End-Plants
A Book Of Love
A Bestiary Of Past, Present And Future Animals
The Book Of Utopias
The Book Of Universal Cosmography
Lore Of Ruins
The Autobiographies Of Pasiphae And Semiramis
A Book Of Motion
Thirty-Six Plays
The Book Of Games


Kitap okumak, hele özellikle de mimari ve müzik arasındaki doğal ilişkiyi J. W. Goethe'den bile yüzyıllarca önce anlatan "A Book Of Architecture And Other Music" gibi şeyleri okumak, insanı tek başına bir sessizliğe gömer... İnsan kendini bulur: Batılı anlamda "birey" böyle doğar... Ne de olsa bizler rüyaların yapıldığı maddeden yapılmışız... :)

21 Aralık 2007 Cuma

Dead Man...

Her ne kadar Jarmusch'un ilk filmi olan "Stranger Than Paradise"ı daha çok sevsem de, kuşkusuz "Dead Man" de bağımsız sinemanın yakın dönem başyapıtlarından birisi sayılabilir rahatlıkla...

Hayattan bihaber muhasebeci William Blake'i ünlü şair William Blake'le karıştıran (?) Kızılderili flaneur gezgin bilge Nobody'nin gönülsüz kehanetleri birer birer gerçekleştikçe, sonu baştan belli bu hikaye daha da çekici hale gelir:

Bizim Blake'in (Johnny Depp) boynundan vurulmuş ceylan yavrusunun kanını kendi kalbindeki taze kurşun yarasına sürerek, bir anlamda onunla kan kardeşi / kader arkadaşı olduğu sahnenin önünde saygıyla eğiliyorum... :)

Mystery - 2: "Esrarda Israr"...

Mandelbrot Set

"Kader gibi sessizce gelip yerleşen" gizemli şeylerin bizi "ortalama zekanın yamyamlığı"ndan koruması dileklerimle... Ne de olsa, sevene sebebi, sevmeyene niyeti sorulmaz... :)

"Yalnızca sevdiğimiz şeyler bizimle birlikte değişirler ve sadece değiştikleri için, hayatımızın zenginlikleri olarak bizimle birlikte yaşarlar."
- A. H. Tanpınar -

"Herkes zaman zaman etrafını saran kainata bakarak merak eder, şaşırır, "Allah Allah!" der, sorar, sonra sorusunu unutur, işine bakar. Esrariler işte bu anın esrarına takılıp kalanlardır. O anı herkes unutur, Esrariler unutmaz. "Varoluşun esrarını çözmek" mi dediniz, asla, Esrari bunu çözemeyeceğini bilir. Ama o gördüğünü unutmayı hiç istemez. O görülen esrarın sessiz bir parçası olabilmek, budur Esrarileri Esrari yapan, yani esrarda ısrar."
- Ahmet Güntan -

19 Aralık 2007 Çarşamba

SENSEable City: Yaşayan Şehir Haritası...



1970’li yıllarda, çocukluğumun geçtiği Süreyyaplajı sahilindeki arkadaşlarımın arasında Define Adası’nı okumuş tek insan olduğum için, mahallenin kuytu köşelerine “sözde defineler” saklamak, diğer çocuklara dağıtmak için sahte haritalar çizmek ve oyunun heyecanını artıran küçük şehir efsaneleri uydurmak da benim işimdi...

Ayrıca, annesi Amerikalı olan bir arkadaşımın getirdiği zamanın ötesinde hediyeler sayesinde, ta 1982 yılında, sanki bir Conan çizgiroman karesinden fırlamışa benzeyen mağaralarla kalelerle uçurumlarla dolu devasa bir “orta dünya” şehir haritası üzerinde sekiz yüzlü zarlar atarak offline FRP oynadığımızı da hatırlıyorum.

Çok sonraları elime Strabon’un “Geographika” isimli kitabı geçti. Antik çağın Evliya Çelebisi diyebileceğim bu müthiş adam, özellikle Antalya-Fethiye hattının altında kalan Likya Uygarlığı şehirlerini adım adım dolaşmış, tariflerini haritalarla da desteklemişti... Tabii ki kitap elimde yayan dolaşarak, patikaların kayaların arasındaki dikenleri canlı canlı hissederek, tüm o haritaların üzerinden ben de geçtim iki bin yıl sonra...

Galiba artık gönül rahatlığıyla “Haritaları severim, haritaları gizemli ve çekici bulurum” demeye hakkım var... :)

Geçenlerde, görsel iletişim tasarımı ve bilgi mimarisi hakkında yıllardır ilginç makalelerin yayımlandığı Infovis isimli bir e-zine'in son sayısında, beni oldukça heyecanlandıran bir “canlı harita” uygulamasıyla karşılaştım: MIT’nin SENSEable City Laboratuarı kapsamında hazırlanan bir “real-time Roma haritası”... Proje, şehrin belirli bir bölgesinde bulunan insanların günün farklı saatlerinde yaptıkları cep telefonu görüşmelerinin yoğunluk düzeyini real-time 3-D grafiklerle harita üzerinde göstermeye dayanıyor.

Örneğin, 2006 Dünya Kupası final maçı ve Madonna konseri gibi iki önemli sosyal olay sırasında Roma’da yaşanan cep telefonu trafiğinin değişim grafiği şu kısa videoda mevcut:



Meraklısı için, MIT’nin katılımıyla 2006 Venedik Bienali’nde de sergilenen bu projede çalışan genç bir sanatçının “şehirle birlikte yaşayan, onunla birlikte değişen canlı bir harita”nın cazibesi hakkında anlattıkları da burada...

10 Aralık 2007 Pazartesi

Soluk Boncuk...

bilinen hikayedir, sık sık birbirinin yerini alan sevgili adaylarının her birine "biricik aşk"mış gibi davranarak insanın kendini gönüllü olarak kandırması ve durumu idare etmesidir ya "mavi boncuk dağıtmak"... gerçekte kimsenin kimseye aşık olduğu falan yoktur hani, ama bu önemsenmez iki tarafça da...

söylenenle planlananın uyuşmazlığı normalize edilir, gayet sosyal biçimde işleyen insan harcama ve kendini tekrarlama mekanizmaları sayesinde, samimiyet "zamanda ayrık" parçalara bölünür, bir postmodern ahlak, "özel hayatı olmayanlar" arasında yaşanır gider...

çünkü oyun oynayarak yaşamak, sürdürülebilir tek sosyalleşme biçimidir artık ve kendi derdiyle karşısındakinin derdini anlık olarak buluşturabilen kazanır... idare edilen eşitsizliklerin gizliden gizliye biriktirdiği öfke ise, hiç umulmadık bedenlere yansıtılır fütursuzca...

28 Kasım 2007 Çarşamba

akşam sefası...

kötü olmak hallerimden biridir, yaşanabilir
kimseye aşık olmayan çıplak sesimle
önünde eğilip beğeniyorum seni
akşamı yavaşlatılmış ölümle
tüketmekten başka yol kalmıyor
dilim düşlerime dönmediğinde

masaya yığılmak tek kişilik bir oyunsa
hoşuma gidiyor yalanlarım
kendimle sevişip beğeniyorum seni
gülme birlikte gidelim diyemediğim için
güzelliğimle kaplıyorum sesimi vücudunu
yakan çıplak şeyler yapıyorum

ilgisiz anlarda anımsayıp gül
dün akşam inan yalanlarıma


Ekim 1996

19 Kasım 2007 Pazartesi

18 Kasım 2007 Pazar

"Kemalizm bir ibadet biçimidir" ...



Çalışmalarını yıllardır ilgiyle ve sevgiyle takip ettiğim Hafriyat Sanat Grubu'nun Karaköy'deki mekanlarında geçen hafta açtıkları "Allah Korkusu" başlıklı afiş sergisi, aşırı sağcı Vakit gazetesi tarafından hedef gösterilince, Hafriyat ekibi de İstanbul Emniyeti'nden koruma istedi.

Zaten en büyük marifeti "korku ticareti" yapmak ve hoşlanmadığı herkesi hedef göstermek olan Vakit'in tavrı, kimse için sürpriz olmadı... Ama sergiyi "korumak" için gelen polisler bazı afişlerden "kuşkulanınca", amirlerine haber verdiler ve olayın rengi biraz değişti. Radikal gazetesi de, herhalde alelacele yazdıkları haberde, polis incelemesi seviyesindeki olayı "savcılık inceleme başlattı" diye duyurdu...

Hafriyat Grubu ise, soruşturma açıldığı, takip edildikleri, savcının ifade aldığı gibi iddiaları reddediyor, “Sorun sadece buraya açılışta ‘korumak’ amaçlı gelen polislerin, üç eserin sanatçılarının kimlik bilgilerini istemesi ve sanatçılarca verilmesinden ibarettir” diyorlar.

Bir sanat sergisinde suç unsuru olabileceğini düşünerek yasal inceleme başlatılması, Türkiye için hiç de yeni bir durum değil ne yazık ki. Oysa gönül isterdi ki, insanlar en emin oldukları konuları bile tartışabilsinler...

Ama herkesin neredeyse tıpatıp cümlelerle aynı düşünceleri tekrarlayarak "görevini yerine getirdiği" konulara yaratıcı ve eleştirel gözle yaklaşmak, henüz "ortalama Türk insanı"nın alışık olmadığı, tahammül etmekte zorlandığı bir durum.

İşte bu yüzden, milliyetçilik coşkusunun cinnet boyutlarında abartılı biçimde yaşandığı şu günlerde, Hafriyat ekibinin çıkıp da soğukkanlı ve ufuk açıcı şeyler söylemesini çok önemli buluyorum.

Özellikle de Hakan Akçura'nın tasarladığı "yüzü silinmiş Atatürk" afişi, Murat Belge'ye ait olan "Kemalizm bir ibadet biçimidir" sözüyle birlikte ele alındığında, sergideki en çarpıcı ve tartışma yaratıcı iş olarak öne çıkıyordu bence...

Afişin yaptığı gönderme çok basit: İslam dininde peygamberin yüzünün resmedilmesinin yasak olması, bir anlamda, onun fikirlerinin tartışmaya ve eleştiriye kapalı tutulmasının da güvencesidir. İşte, "Kemalizm bir ibadet biçimidir" sözü de tam bu noktaya oturuyor:

Bilerek göz ardı etmek isteyenler için hatırlatmakta fayda var: Atatürkçülük bir siyasi ideolojidir, haliyle tartışmaya ve eleştiriye açıktır.
Diğer bakış açılarıyla fikir alışverişi yapmadan, eleştirel mücadele vermeden, hiçbir dünya görüşü kendini yenileyemez ve kaçınılmaz olarak kendini tekrarlamaya başlar: Bu ezberden okuduğumuz tekrarları iyice abarttığımız noktada da, olay artık birtakım duaların her gün tekrarlandığı bir ibadete dönüşür... Bu ideolojinin kurucusu da artık gün gelir, "hikmetinden sual olunmaz" bir peygambere dönüşür...

Dileyenler, "Türkiye Cumhuriyeti'nin resmi ideolojisi Kemalizm ve paradoksal olarak devletin, ordunun ve takipçilerinin siyasal İslam'a karşı çıkışında Atatürk peygamber gibi anılıyor" diyen Akçura'nın düşüncelerini buradan okuyabilirler...

2 Kasım 2007 Cuma

Adalet...

by İnci Vardar

yoktan tutku yaratmaya yelteninceye dek
marifetindi daha iyi yenilmek
gönlün aklına diş geçiremediğinde
ölümden muaf Habil - Kabil misali
hayatının geciktirdiği mükemmel
beklerdi seni inmediğin duraklarda

koşullara bağlı zorunluluğu haksız çıkaran sen
annesine güvenmeyen çocuk gibi
hızlı yüz ifadelerinle ele verirdin kendini
seni eğlendirebildikçe sevdim kendimi

kapıldığımız müzik cümlesinde
önlenemezdi davetkar bakışların gafleti

kanıtlanamayacak bir teorinin cazibesi
neyi iyileştirdiğini unutmuş bir ilaç
ya da bulamadığım şey olabilirdin
şimdi biliyorum neyim ve ne değilim

adalet adalet diye bağırdığında yenilenler
ilk çocuğumuz olsun heyecan


Ocak 1998

24 Ekim 2007 Çarşamba

Şems ve Mevlana...

İsminin anlamı Farsça’da "gökyüzünde parlayan ışık" demek olan Şems, 1247 yılında ortadan kayboldu, bir daha da geri dönmedi. Sevdiğini yitiren Celaleddin Rumi şiir yazmaya başladı. Otuz bin dizeyle Şems’e duyduğu sevgiyi anlattı...

Sonunda "kendi içinde bulduğu Şems, ay gibi ışık saçmaya" başladı. Celaleddin Rumi, sevgisiyle o kadar özdeşleşti ki, bazı şiirlerini Şems diye imzalar oldu. Shakespeare’den üç yüz yıl önce, şiirin kendi içinde bir müziği olduğunu keşfetti, yine Şems sayesinde…

Şems onu terk ettikten sonra, onunla birlikte gezerken yanından geçtiği kuyumcu ustalarının çekiç seslerini, gördükleri su değirmenlerinin seslerini, dinledikleri ney ve davulun seslerini şiire aktardı. İçinde tek başina kaldiği çöllerde en güzel su hayalini Şems’in içtiğine inandı…

Şems’in ay ışığında altın gibi parlayan iyi niyetli bir zehirli yılan sessizliğiyle kayıp gittiğini düşündü. Ve Mevlana sonunda dayanamadı, kendi vücudunu bir enstrümana dönüştürdü, ruhunun müziğiyle şiir söylerken dönerek dans etmeye başladı.

Şems’in kendisini neden terk ettiğini anlayamadan, gözleri açık öldü…

İlişkileri aidiyetten kurtarmak...

Gündelik hayattaki çelişkilerin gün geçtikçe keskinleşmesi, verili koşullarda hem sosyal hem de mutlu olmanın giderek zorlaşması, insanları kendileri gibi olmayanları dışlamaya ve “mevcut aidiyetleri çerçevesinde” mutluluk arayışlarına yöneltiyor:

Bizim gibi olmayanları dışlayarak, kendi meşrebimizce adalet dağıtmaya başlıyoruz...

Oysa başkalarına yöneltilen şiddet, sistemin doğasından gelen eşitsizlik ve yoksunlukların sorumluluğunu başka kurbanlara ödetme çabası galiba...

Farklılıkların paylaşılmasının getireceği yeni ödevlerden korkan insan, biraz dinginlik uğruna, biraz da kibrine yenilerek, kendini tekrarlamak istiyor...

Çünkü “sorumluluğu üstlenilen” yeni bilgi, beraberinde acıyı da getiriyor: Başkalarına dair farkına vardığınız verileri, samimi hukuku ve ahlakı olan bilgilere dönüştürdükçe daha çok acı çeker, bireysel aydınlanma için ödenmesi gereken bedellerle tanışırsınız...

Hayatı farklı deneyimlerle zenginleştirmenin yolu, edinilen bilginin sorumluluğunu da üstlenmekten geçer.

Gündelik mesaj ve haber bombardımanı arttıkça, umut bağladığımız vaatler sahiciliğini yitirir, popüler ama sahte gündemlerin hareket alanı genişler, totalitarizme tapınmaktan ya da omurgasızlığa (ahlakı reddeden nihilizm) kadar varılabilir...

Eskiden, aidiyet duyduğumuz vaatler geleceğe ya da öbür dünyaya ertelenirdi. Şimdi “yapıyormuş gibi olmak”, vaadin hiçbir zaman tutulmayacak olmasını gizliyor...

Mahremiyet ve mahrumiyet ilişkisi...

Ellerinden şimdilik ancak bu kadarı geldiği için, bir yandan rutine bağlanmış hayatlar yaşarken, öte yandan da talihsizliklerinin ciddiye alınmasını istemek cesaretini gösterebilen insanların "merak ve heyecan ve samimiyet" konusundaki modern çaresizliğinin fotoğrafını çekmek...

"Güçlü insanlar anlaşılmaz şeyler yaparlar": Mutsuz sevişme denemeleri ve ciddi iletişimsizlik sahneleriyle dolu hayatlar yaşayan insanların, henüz tam adını koyamadıkları bir umutla sürdürdükleri samimi, ama bir o kadar da tehlikeli bir mücadeleyi anlatıyor…

Bilinçli hayatlarımızın akışını, dile getirilebilen ve arkasında durulabilen istekler yönetiyorsa eğer, mahrumiyetlerimizle mücadele edebilmenin bir yolu da, normal koşullarda kendimizden beklemeyeceğimiz bir "zamane korsanı" cesaretiyle, mahremiyet duvarlarımızı tanımadığımız insanlarla bile tartışmaya başlayabilmektir belki de…

Bazen gülümseyerek "kendimden beklemezdim bunu" diyebilmek lazım... Ne de olsa, yanılmış olmaya değen yanılgılar güzeldir...

On Emir'den birkaçı...

Yaklaşık 3000 yıl önce yazıldığına inanılan, Tevrat - çıkış (exodus) / bap 20'de yer alan ve tanrı'nın musa'ya hitaben dile getirdiği kurallar...

3- karşımda başka ilahların olmayacak.
4- kendin için oyma put, yukarda göklerde olanın, yahut aşağıda yerde olanın, yahut yerin altında sularda olanın hiç suretini yapmayacaksın, onlara eğilmeyeceksin ve onlara ibadet etmeyeceksin.
7- allah'ın rab'in ismini boş yere ağıza almayacaksın.
8- sebt gününü takdis etmek için onu hatırında tutacaksın.
9- altı gün işleyeceksin ve bütün işini yapacaksın, fakat yedinci gün allah'ın rab'e sebttir. Sen ve oğlun ve kızın, kölen ve cariyen ve hayvanların ve kapılarında olan garibin hiçbir iş yapmayacaksınız.
11- çünkü rab gökleri, yeri ve denizi ve onlarda olan bütün şeyleri altı günde yarattı.
12- babana ve anana hürmet edeceksin.
13- katletmeyeceksin.
14- zina etmeyeceksin.
15- çalmayacaksın.
16- komşuna karşı yalan şehadet etmeyeceksin.
17- komşunun evine tamah etmeyeceksin, komşunun karısına, yahut kölesine, yahut cariyesine, yahut öküzüne, yahut eşeğine, yahut komşunun hiçbir şeyine tamah etmeyeceksin...

Çizgi roman koleksiyonu yapmak...

Bu koleksiyoncuların bir alt-grubu, yalnızca "anti kahraman"ların çizgiromanlarını biriktirirler: "esse gesse", "dc comics" ve "marvel comics"in çelik blek, tommiks, kızılmaske ya da superman, batman vs. gibi, hemen her durumda "kazanan"ı oynayan, erdem ve ahlak abidesi "kahraman"larına biraz mesafeli dururlar...

Anti kahraman deyince corto maltese, ken parker, mister no, teks, büyülü rüzgar ilk akla gelenler...

Corto'nun "bu hayatta kimseye verilecek hesabım yok. Korktum ve ölmemek için kaçtım" demesi, ken parker'ın kamp kurduğu gecelerde ateşin başında edgar allen poe okuması, mister no'nun "şehir kaçkını flaneur" karakteri, teks'in gözükara idealistliği, bazı koleksiyonerlerin aklını başından alır...

Tabii ki ele aldıkları konu itibariyle martin mystere ve dylan dog'un da özel bir ilgiyi hak ettiklerini belirtmek lazım... En azından senaryo yazarlarının edebiyat, sanat ve antropoloji konusunda ince ince araştırmalar yapıyor olmaları bile yeterli bir cazibe unsuru...

Yıllar önce elimizden düşmeyen "atlara fısıldayan adam" jeriko ya da incil'den fırlamış katil ruhlu dedektif judas da kuşkusuz unutulmazlar arasındadır...

Siyasi karar...

Bu dünyada insanı belirli bir süre için güçlü kılan en önemli yeteneklerden birisi, karar verebilmek ve onu uygulamak ve hemen ardından sonuçlara bakarak yeni kararlar verebilmek iradesidir... Çünkü hayata kararlı biçimde müdahale eden bir insanın önünde, en azılı düşmanları bile en azından kısa bir süre için suskun kalırlar...

Kimin nerede nasıl yaşayacağına, nasıl bir hayata layık olacağına ve nasıl öleceğine karar verenlerin kim olacağı, fena halde değişkendir...

Gündelik hayatın akışı içerisinde, önceki kararlarımıza dayanarak "haklı ve yerinde bulduğumuz" sebepler yüzünden, “gerektiğinde” birilerini öldürmeyi ve “gerekiyorsa” ölmeyi bile hepimizin onayladığı en güçlü irade biçimi olan "siyaset yapmak" da tam bu noktada devreye girer işte...

Bir zamanların karar vericileri, işte o bir milyon hesap kitabın dışında kalan ve kontrol edemedikleri birtakım parametreler yüzünden, farkında olmadan bizzat kendilerinin de nasıl öleceklerine karar verirler...

Siyasetin gerektirdiği şeyler gerçekleşir ve hepimiz suskun kalırız...

2 Ekim 2007 Salı

Marketing to Muslim Consumers in Turkey...



Until recently, many multinational companies have chosen not to segment the market on the basis of religion. However, recent developments such as McDonalds starting to sell halal chicken in one of its London restaurants and IKEA offering Muslim employees in the USA IKEA-branded hijabs suggest that this situation might be changing.

The worldwide Muslim population is around 1-1.5 billion, we can only make an estimate on this figure as some countries don’t keep a record of religious affiliations. This is approximately one fifth of the world’s population, a significant market with specific needs that marketers can’t afford to ignore. However, even within the Muslim population, there are differences in preference due to nationality, social class and the degree to which the faith is followed.

Turkey a country of contrasts
An interesting country to look at when considering marketing to the Muslim consumer is Turkey, a secular country yet predominantly Muslim country (98 percent of the population are Muslim). As a European Union candidate country, Turkey is currently going through a period of immense reform and economic growth. This is causing some interesting effects in daily economic life and consumption habits.

A situation that recently caused a great deal of discussion in the Turkish media was the case of a dinner held by the Minister for Internal Affairs, a devout Muslim. At the end of the meal, the Minister was furious to discover that wine, which is forbidden, was used in the preparation of his meal. However, the furore and debate that this caused in the media is all the more interesting when you consider that the consumption of alcoholic drinks in Turkish out-of-home venues grew by 35 percent during the first half of 2007.

According to a TGI Turkey 2006 report, 48 percent of Turkish people said that they definitely agree with the statement "Religion plays an important part in my life". In another survey conducted for the BBC* 91 percent of Turks interviewed said "We are religious people". However, 85 percent believe that someone who does not pray or practice Islamic rules in their daily life can still be a Muslim.

Conservative but conspicuous
Whilst Turkish culture is undergoing a period of intense and exciting change, there is a tension between global capitalism, democratic humanitarian values and Islamic principles as the nation attempts to determine its role in the international arena.

As certain segments within the politically active and religious sections of the Turkish population become wealthier, an Islamist “merchant class” with conservative values and a taste for conspicuous consumption has begun to emerge. One sign of this is an increased interest in fashion, especially amongst upper-class, urban, well-educated, young Muslim women. Islamic clothing stores, fashion shows, fitness and beauty centers have become commonplace across Turkey as the market attempts to capitalize on this new opportunity.

In the last two decades, this emerging urban Islamic consumption behavior, in part opposing and in part imitating secular consumption practices, has resulted in some interesting new developments. One example is the new five star Islamic summer resorts which offer alternative vacations to religiously sensitive upper and middle classes. On these faithful, but expensive beaches, men and women swim in separate sections, the women wearing a "haşema" — a fully covering overcoat and swimsuit.

The demand for Western goods
Although religiously sensitive members of the upper and middle Turkish classes appear to be rejecting modern Western ideas in the name of traditional values, they are still willing to spend money on Western lifestyle goods. As well as tuning into Islamic radio and TV channels, they also watch CNN and MTV, wear jeans, drink Coke, rely on modern technology and are embedded in global political and economic relations.

It might have been expected that, as people move from rural areas to urban centers, their consumption habits would change, becoming more receptive to Western consumerism. However, this has not been the case in Turkey. Strong religious networks provide support to the new migrants and heavily influence their lifestyle and consumption habits, with local leaders of the groups often suggesting where they should shop.

The new merchant class in Turkey is, for the moment, relatively small and so the majority of Muslim consumers can only pursue a modest and traditional lifestyle. The lower-class, less-educated Muslim consumers intrinsically tend to reject European and American brands, instead preferring to consume Islamic-related equivalents, for example they buy Cola Turka rather than Coca-Cola.

Conclusion
It is clear from briefly considering the differences amongst Muslims in Turkey that the Muslim consumer here is not a homogeneous grouping. Although there are many different sects in Islam, Muslims share certain similar preferences which should be taken into account when positioning goods and services. As many of the countries that are currently forecast to experience significant economic growth have a substantial Muslim population, it is essential that marketers consider these preferences rather than risk alienating a potentially valuable market.


Original article is available here...

16 Eylül 2007 Pazar

10. İstanbul Bienali, AKM - Taksim...

Bienal'in Taksim AKM'deki bölümünde, belki de en ilginç şey, Xu Zhen'in "8848–1.86 Everest'in Kesilmesi" işiydi:

Everest Dağı’nın en üst 1.86 metrelik kısmı, ekibi zirveyi keserken gösteren bir video ve dağ tırmanış araç gereçleri, hepsi birarada...

Tabii ki bir de Vahram Aghasyan'ın "Hayalet Şehir" resimleri: Ermenistan'da 1988 yılındaki bir depremden sonra Sovyet Hükümeti, evsiz kalanlara yardım etmek amacıyla Mush adında yeni bir yerleşim bölgesi inşa etmeye başlıyor ama bu yeni şehir bir türlü bitirilemiyor...

9 Eylül 2007 Pazar

10. İstanbul Bienali'nde İlk Gün...

Konu başlığı "İyimserlik" olan Bienal'in ilk gününde Antrepo No. 3'te hoşuma giden işlerden bazıları...

Tabii ki devamı gelecek... :)

5 Mart 2007 Pazartesi

Çöldeki Prens...



göç etmeyen yabani kuşlar misali
rüzgarda sürüklenirdi kökleri olmayanlar
uzun zamandır tek eğlencendi bana inanmamak
kafan karıştığında refleksleşir gafletler
en güzel su hayalini sen içerdin içindeki çöllerde
içtiğin su akardı mektubundan yüreğime
çölünü güzel kılan aradığım kuyuyu gizliyor olmasıydı

baktığım her şey birgün öleceğime kanıt
beni reddeden şey bir basit yanıttı
sorularım gizli aşk davetleri

ve içimde ayışığında altın gibi parlayan
iyi niyetli zehirli yılan
tüm bilmeceleri çözerdi

oysa olmamalıydı, hani gitmiştin artık
bir yere doğru giderken, durduğun yerden mutlu
neredeyiz diyerek nereden geldiğimizi sorardın
çok korkar kendimi burada bulurdum

hep gündüz olurdu sen istediğin sürece
oysa ben talihsizliklerimin ciddiye alınmasını isterdim

şimdi bir hikayeyle ödüyorum geçmişimizin bedelini
"sanırım yalnızca senin gülen yıldızların olacak"
anlamışsındır, ölmüşüm gibi yapıp ölmeyeceğim
deliler gibi merak ediyorum
şimdi nasılsın?


Temmuz 1997 - Haziran 2004

10 Şubat 2007 Cumartesi

Postmodern İlişkiler...



-Meraksız çocuklara açıklama-
Son yirmi otuz yıldır hayatlarımızın üzerinde gri renkli bir hayalet gibi dolaşan postmodernizmden hiç de hoşnut değilim açıkçası...
Özellikle de insan ilişkilerine, değer yargılarımıza ve "sosyal hayattaki ahlak" anlayışımıza olumsuz etkileri olduğunu düşünüyorum. Çünkü,

1) Arkadaşlıkları, evlilikleri ya da iş hayatındaki ilişkileri "fast food" mantığıyla yaşamak, postmodernizmin en çarpıcı özelliği... Bir şeyi "öylesine" yapıyormuş gibi görünmenin, gerçekten o işin hakkını vererek yapmaktan daha kolay olduğunun fark edilmesiyle yaygınlaşmaya başlamış bir trend bu...

2) Sorumluluk ve sahicilik gibi kavramların demode ilan edilmesinin ardından "in" hale gelen "dostlar alışverişte görsün" mantığıyla hayata bakmak da, başka bir tipik özelliği...

3) Özel hayatın gizliliğine saygı duymak diye bir kavram da yoktur postmodern ilişkilerde. Herkes herkesin ıcığını cıcığını öğrenmek ister ve hatta kendisininkileri de ifşa etmek ister... Bir tür "vitrinde yaşamak isteği" yönlendirir ilişkileri...

4) Ve nihayet, argodaki karşılığını "ben yaptım, oldu! Yersen kardeşim!" biçiminde bulan bir bakış açısının, tüm sosyal ilişkilere yansıması durumudur...

Ama tabii ki bu postmodernizm denilen şey de gökten zembille inmedi hayatımıza. Tamamen bir etki-tepki mekanizması yüzünden, kaçınılmaz biçimde yaşandı bu gelişmeler...

31 Ocak 2007 Çarşamba

Uykusuzluk...


Herkes aynı dünyaya uyansa da, uyku herkesi kendine ait bir dünyaya götürür...

30 Ocak 2007 Salı

Kan Uyku...

zor seçim...

bir biz varız güzel öbürleri hep çirkin
bir de bu terli karanlık
sonra bir şey daha var muhakkak ama adını bilmiyorum
nereden başlasam sonunda o ışıkla karşılaşıyorum
yarı çıplak utanmaz bir kadın resmini aydınlatıyor
akşam oluyor ya bir türlü inanamıyorum
oturmuş iri yapılı adamlar esrar çekiyorlar
daha bir aydınlık olsun diye içtikleri su
sarı toprakdan testileri güneşte pişiriyorlar

bir korkuyorum yanlız kalmaktan bir korkuyorum
gündüzleri delice çalışıyorum geceleri kadınlarla yatıyorum

sonra birden büyümüş görüyorum ağaçları
kısrakları birden yavrulamış
havaları birden güneşli

kadınlarla yattığım yetse ya
bir de kadınlarla yattığıma inanmam gerekiyor

hoşlanmıyorum


- Turgut Uyar -

29 Ocak 2007 Pazartesi

Gregory Bateson ve Schismogenesis...


Gregory Bateson’ın 1959 tarihli "Minimal Requirements for A Theory of Schizophrenia" isimli yazısında ortaya attığı, “ayrılarak yeniden doğmak” anlamına gelen bir terim “schismogenesis”... Bir ilişkide muhattabımızı bizden uzaklaştıran feedback’ler vermeyi, kapsama alanı sistematik biçimde genişleyen bir spirali andıran bilinçli davranışlarla sürdürerek, kendimize nefes alabileceğimiz yeni bir yaşam alanı açmak çabasını anlatır...
Örneğin birisine bağlanmaktan korkan kişi ile terk edilmekten korkan muhattabı arasındaki klasik trajik ilişki, schismogenesis’in yaşanabileceği elverişli bir zemindir: Tarafların birbirlerine yakınlaşmak için yapacakları her hareket, bir içine kapanma ve panik atakla cevaplanır... Fakat “ters işleyen schismogenesis” ise, tarafların birbirine sırılsıklam aşık olmasıyla sonuçlanır...


Labunyaca...

Travestilerin güvenlik amacıyla icat ettikleri ve kendi aralarında konuşurken kullandıkları özel bir dil bu... Ayrıca İstanbul'un çeşitli semtlerinde, "bıçkın kenar mahalle delikanlısı" tabir edilen bazı erkekler de, yabancı birisinin yanındayken ya da poliste nezarethanedeyken, kendi aralarında bu dili kullanırlar... Yaklaşık 400 - 500 kelimeden oluştuğu tahmin edilen Labunyaca’da gizlilik esastır: Sözcüklerin büyük çoğunluğu hiçbir kaynağa dayanmaz, yani kafadan uydurulmuştur. Öte yandan az sayıda Romanca (Çingenece) sözcük de içeriyor...

28 Ocak 2007 Pazar

Önyargı...


Bir bakışta gözlerinle anında hüküm verdiğin bir insanı yargısız infazla dışlayıp yok saymak, en yaygın refleks şu anda: "Dillerini" anlayamadığımız insanları küçümsüyor ve harcıyoruz! Kapalı sistemin rehaveti, yeni iletişimler kurmamızı sağlayacak risk alma cesaretimizi alt ediyor... Merak duygusu, hepimiz tarafından üvey evlat muamelesine mahkum ediliyor...
Bu ülkede haksızlığa uğramışlık duygusu ve "kurban kültürü" çok yaygın. Bu yüzden de, adaletin tecellisi ve haksızlığın giderilmesi ihtimali, neredeyse piyangoda büyük ikramiyenin çıkması umuduna dönüşüyor. Herkes birbirini şikayet ediyor, ihbar ediyor ya da imkanı varsa cezasını kendisi veriyor. Az kötüyse, adalet dağıtma işini kendi üzerine aldığı için, çok kötüyse de "Ya tutturursam!?" mantığıyla davrandığı için, kendi yenilmişliklerinin / başarısızlıklarının / art niyetlerinin bedelini başkasına yıkmak için fırsat kolluyorlar...

Konsantrasyon...

Kitap okumak, insanı tek başına bir sessizliğe gömer. İnsan kendini bulur: Batılı anlamda "birey" böyle doğar...

Etkileşim Tasarımı...


"Cultural and Social Aspects of Interaction Design & Information Architecture" meselesi üzerine mesai harcayacak herkesin İtalya'daki Ivrea Institute'dan haberdar olması gerektiğine inanıyorum...
Kısaca özetlemek gerekirse, Ivrea iyi işleyen bir etkileşim modeli tasarlamanın zorlukları üzerine diyor ki:

1)Dilini anlayamadığımız her şeye ve herkese önce mesafeyle bakıp sonra da umursamamak gibi bir içgüdü geliştirmiş olanların da bunda kabahati yok değil tabii ki.Normal insanlar olarak, birçok tasarlanmış ürünle iletişim ve etkileşim kuramıyoruz.

2)Kullanım değeri ve mesaj değeri:Geleneksel endüstriyel tasarım, bir ürünün işlevselliğiyle ve bir eşya olarak taşıdığı görünümle uğraşır: Etkileşim tasarımının ise daha başka noktalara da vurgu yapması kaçınılmaz:

Söz konusu tasarım ürünüyle birlikte yaşadığımız deneyimlerin ve “paylaşacağımız davranışların”, gündelik hayatımızın kalitesini artırabilir olmaları gerekir.
Hayatımızı kolaylaştıran, hayatımızın kalitesini artıran ve hayatımızı biraz daha anlamlandıran bir iletişim deneyimi yaşamak, etkileşim için iyi bir tanım.Bunlar da bizi yeni bir estetik anlayışına götürüyor: Yani tasarımın adab-ı muaşeretine: Görünümün olduğu kadar, kullanımın ve yaşanılan deneyimin de belirleyici olduğu yeni bir tasarım estetiği…

Hayat ne tuhaf, vapurlar filan...:) Eylül 2001'de YKY Sanat Dünyamız dergisinin internet özel sayısına yazdığım "Dondurulmuş Konuşma" makalesi vardı tabii ki, "Bilgi Mimarisi ve İnternette Etkileşim Tasarımı" hakkında derli toplu yazdığım ilk yazıdır...

Object of Desire...

J. P. Sartre'ın "being and nothingness"da anlattığı bir "utanç tanımı" üzerine düşünüyorum kaç zamandır: "nesneye dönüşmenin utancı"...

"Belediye bahçesinde, kestane ağaçlarının uzandığı yoldan, ortasında bir heykelin yükseldiği yeşil bir çimenliği seyretmekteyim. Bunların tümü benim için varlar. Ama bakıyorum, başka biri gelip orada duruyor ve beni de içine alan bir görünümü göz altına alıyor. Benim için gerçek dünya olan benim tasarımım, hemen çözülüp dağılıyor ve bu çözülmeden doğan öğeler, yeni gelenin çevresinde dolanıp birleşiyor: şimdi artık ne varsa, hepsi onun için var, bu nesnelerin tümü de benim görmeme olanak bulunmayan yüzlerini bir başkasına göstermekteler. Bir başkasının malı olmak için dünya beni tepip gitmekte...

Ne var ki, başkası dünyayı benden ayırıp götürmekle de kalmaz, benim gerçek benliğimi, yani olmayı aklımdan geçirdiğim varlığı da rüzgara katıp götürür. İlkin, beni yargılar ve hakkımda bir fikir edinir. Elbette bunu benim düşündüklerime göre değil, bedenime, o anki durumuma ya da daha çok geçmişime göre yapar. Başkası için ben, ne ise ya da o zamana kadar ne oldu ise ancak o olan bir "kendinde"ye indirgenirim. Çünkü onun benim hakkımda edindiği fikirde, benim olmak istediğim şey, ki bu benim varlığımı oluşturur, kesinlikle göz önünde tutulmaz. Üstelik eğer ben kendimi savunmaya geçmezsem, o ne olmamı isterse o olurum. Bakışı beni sarar sarmalar ve özne olan benden bir nesne, bir araç yaratır; kendisine bakan herkesi taşa çevirme gücünü taşıyan gorgone gibi. Onun çevresinde, tasarılarının gereçleri ya da engelleri gibi dizilip örülen, sadece çimenlik, heykel, bank ya da duvar değil. Ben de kendimi nesneler arasında yerini almış, başkalarının ereklerini gerçekleştirmek yolunda bir araç ya da bir engele dönüşmüş olarak görürüm:

İşte buradan bir utanç doğar. Bir nesne olmanın, yani başkası için bağlanmış ve katılaşmış, değerini yitirmiş bir varlıkta kendimi tanımanın duygusudur bu...
Utanç, şu ya da bu yanılgıya düşmüş olma durumunun ve olduğum şeyi olabilmek için başkasının düşüncesine gereksinme duymam olgusunun verdiği kendine özgü bir düşüş duygusudur."...

Punishing Kiss...


No one is worried about something he is not aware of. Voluntary exile and living with rituals. Denial of mutual progresses… (Delmore Schwarz) Why and how does one direct cerebral violence against him? Deserved arrogance versus malevolence?.. Coexistence of driving and restraining forces shapes the nature of any change. (Kurt Lewin) Temporary equilibrium between contrary bodies can be utilized... Where does the benevolent power of my hazards come from?.. To what extent am I supposed to rely on unpredictable similarities?.. At least, the fear of death is a lack of imagination. That seems to be the phrase I was seeking for a while: Imbalanced Improvement. A tool to stake my claim how shallowly things are perceived... Take me away from generous promises never meaning to keep.. I think I am one of those geeky creeps who sees his future in examining the cognitive chaos and one-person crowds in flux. Now I listen to Ute Lemper's album "Punishing Kiss". Great tunes that help my voidness.

17 Ocak 2007 Çarşamba

No Lady Godiva...


12 yıl önce Kaş'ta bir söğüt gölgesi altında oturup da, sevgili Hilmi Tezgör'den ödünç aldığım "American Verse" kitabından çevirerek, Metin Celal vasıtasıyla Varlık dergisine gönderdiğim o güzel Bukowski şiiri, yeniden çıktı karşıma bugün...