18 Aralık 2009 Cuma

PazarlamaDünyası.com - Ayın Konuğu röportajı

PazarlamaDünyası.com sitesinde Aralık 2009'da Ayın Konuğu röportajında Mustafa Duran'ın sorduğu güzel sorulara elimden geldiğince doyurucu yanıtlar vermeye çalıştım.

Soru ve cevapların tamamını aşağıda okuyabilirsiniz:


1. Melih Cılga kimdir?
Pazarlama iletişimi danışmanıyım, fakat klasik danışman tanımından biraz farklı olarak, elimi taşın altına koyup işin yapılmasında bizzat rol almayı da sevdiğim için, aynı zamanda “iletişim işçisiyim” de diyebilirim. Reklam ajanslarında, reklamveren tarafında ve araştırma şirketlerindeki deneyimlerimi topladığımda, yaklaşık 20 yıldır pazarlama iletişimi sektörünün içerisindeyim. 1989 yılında İTÜ bilgisayar mühendisliğinden mezun olmama rağmen, kariyerim epeyce farklı bir yön izledi. Aslında ta öğrencilik yıllarımda bir hobi olarak gazetecilik ve dergiciliğe karşı yoğun bir ilgi başlamıştı bende. Pazarlama iletişimiyle ilgili ilk iş deneyimim de, 1991 yılında muhabir olarak çalışmaya başladığım Marketing Türkiye dergisidir. Ardından çeşitli ajanslarda reklam yazarı, kreatif direktör ve stratejik planlamacı olarak görev yaptım. Sonra pazar araştırmaları ve reklam araştırmaları yapan bir firmada “Business Planning Consultant” olarak çalıştım. Başka bir deyişle, hem ajanslardaki yaratıcı ekiplerin hem de reklamveren tarafındaki marka yöneticilerinin aslında yüzlerce veri, bilgi, fikir ve strateji arasında nasıl “varlık içinde yokluk” yaşadıklarına uzun yıllardır tanıklık ediyorum. Son birkaç yıldan beri de, danışman olarak beni davet eden ajansların ve reklamverenlerin toplantılarına katılıyorum. Dışarıdan destek veren bir takım üyesi olarak, söz söyleme hakkım olan kampanyalarda elimden geldiğince bir şeyleri değiştirmeye ve insanların bakış açılarına katkıda bulunmaya çalışıyorum.

2. Sunduğunuz danışmanlık hizmetlerinin kapsamı hakkında bilgi verir misiniz?
Hem ajanslara hem de reklamveren tarafındaki marka yönetimi ekiplerine genellikle yaratıcı strateji, fikir geliştirme, tüketici içgörüleri ve rekabet analizi konularında destek veriyorum.
Örneğin, güçlü bir yaratıcı fikir bulunmasına rağmen bunu bir stratejiye oturtamamak gibi durumlar yaşandığında, bazı ajanslar dışarıdan destek almak isteyebiliyorlar. Duruma göre birkaç gün ya da birkaç hafta boyunca düzenli aralıklarla o ajansı ziyaret edip, sanki ekipten birisiymiş gibi onlarla birlikte ofiste zaman geçirerek, “misafir sanatçı” gibi toplantılarına katılarak, fikir geliştirme sürecine katkıda bulunmaya çalışıyorum. Reklamverenlere ise iki tür hizmet veriyorum: Öncelikle, çalıştıkları ajansı bir stratejik partner olarak görmelerini sağlamak gibi idealist bir yaklaşımım var. Briefleri daha doğru yazmaktan tutun da ajanstan gelen yaratıcı işlerin değerlendirilme kriterlerine kadar, genellikle farklı bakış açılarıyla ve farklı önceliklerle düşünen tarafların aynı dili konuşmasını sağlamak amacıyla, bir tür “kavramsal tercümanlık” yapmaya çalışıyorum reklamveren ve ajans arasında. Ayrıca, bazı pazarlama müdürleri ve marka yöneticileri, ya kendi içlerinde yaptıkları rekabet analizi çalışmalarının ya da bir pazar araştırma şirketinden aldıkları raporların yorumlanması ve eyleme dönük içgörülere dönüştürülmesi aşamasında, dışarıdan bakan üçüncü bir göz olarak benden destek isteyebiliyorlar. O noktada, eğer yakından tanımadığım bir sektör ya da kategori söz konusuysa, ben de genellikle “desk-research” yöntemiyle önceden hazırlık yapıyorum, yani internetten herkesin ulaşabileceği gazete haberlerini, sosyal medyadaki tüketici yorumlarını, uzman makalelerini vs derleyerek elde ettiğim bilgileri, kendi deneyimlerime göre bir süzgeçten geçirip derliyorum. Sonuçta tüm bu saptamalara dayanarak, reklamverenin benimle paylaştığı bilgileri de yeniden değerlendirerek, birtakım somut önerilerde bulunuyorum.

3. İçgörü kavramı nedir? Bu kavramın günümüz pazarlamasındaki yeri ve önemi nedir?
Tüketici davranışları çerçevesinde daha önce ifade edilmemiş ya da fark edilmemiş bir durumu, arka plandaki bir neden-sonuç ilişkisini ya da bir eğilimi gözlemleyip açığa çıkararak, pazarlama faaliyetlerinin önünde yeni bir kapı açmaya yarayan saptamaları “içgörü” olarak adlandırabiliriz. Ortaya çıkardığınız içgörünün derinliğine bağlı olarak, bazen sadece küçük ve geçici bir promosyon kampanyası yapılabilir, bazen de uzun soluklu bir marka stratejisi bu saptamaya dayanarak kurgulanabilir. Burada önemli olan, tüketicinin ihtiyaçları arasında hiç ya da henüz yeterince karşılanmamış bir boş alan yakalayabilmek ve rakip markalardan önce bu fırsatı değerlendirecek yeni bir yaratıcı konsept geliştirebilmektir. Peki, içgörü neden önemlidir, diye düşünecek olursak: İnsanların gözle görünür ihtiyaçlarıyla birebir rasyonel ilişkiler kurarak, akla ilk gelen “fayda”yı marka vaadi olarak dile getirmenin pazardaki rekabet ortamında bir markaya avantaj sağlamayacağı açık. Biraz daha derine inip insanların kalbine dokunmak ve belki kendilerine bile itiraf etmedikleri duygularına seslenerek onları şaşırtmak gerekiyor. “Aynı şeyi ben de hissetmiştim ama bir türlü kelimelere dökmemiştim” dedirtecek ince gözlemler yapmak lazım. Gündelik hayat içerisinde üzerinde fazla düşünmeden veya net bir açıklama getirmeden yapa geldiğimiz bazı düzenli davranışların arka planında yer alan gerekçeleri ortaya çıkaran ve inandırıcı bir hikaye kurgusuyla anlatan bir markanın hedef kitlesiyle gönül bağı kurması da kuşkusuz daha kolay olur. Tabii bir de işin teknik yönü var: Bazı içgörüler, hem reklamda hikaye anlatma ve karakter yaratma tekniği hem de sürdürülebilir yaratıcı konsept açısından işlenmeye çok elverişli malzemeye sahip olabiliyor ki, böyle fırsatları da kaçırmamak lazım.

4. Nörolojik testler, etnografik araştırmalar gibi pazarlama araştırmalarında yeni kullanılan tekniklerin tüketici içgörüsünü tespit etmekteki rolü nedir?
Klasik yöntemlerle yapılan pazar araştırmalarında tüketicilerin anket sorularına verdikleri cevapların ne kadar “doğru” ve “güvenilir” olduğu ya da insanların her zaman söyledikleri şeyi yapmıyor olmaları, yıllardır tartışılan bir konu. Diğer tarafta, satın alma davranışlarımızın ne kadarı rasyonel kararlara dayanır, ne kadarı aslında duygusal tepkilere dayanmasına rağmen sonradan kendi içimizde rasyonalize edilir, sorusu da var. Ayrıca, karar anından önceki aşamalarda, seyrettiğimiz reklamların ve bir şekilde dahil olduğumuz marka deneyimlerinin hangi kısmını ne kadar sevdiğimiz ya da neleri itici bulduğumuz gibi birçok alt bileşeni de ince ince analiz etmek gerekiyor. İşte tüm bu sorulara daha doyurucu cevaplar verebilmek ve tüketici davranışlarının arka planındaki görünmeyen dinamikleri açığa çıkarabilmek için, nörolojik araştırmalar gerçekten faydalı bilgilere ulaşmamızı sağlayabilir. Bu çerçevede, örneğin fMRI yöntemiyle nöron hareketlerinin görüntülenmesi ya da deneysel psikoloji teknikleriyle davranışların ölçülmesi, son birkaç yıldır en çok ses getiren konulardan biri. Tabii ciddi miktarda yatırımlar ve yüksek teknolojili laboratuar ortamları gerektirdiği için bu araştırmalar henüz emekleme aşamasında ve testler de çok az sayıda katılımcıyla (küçük örneklemlerle) yapılabiliyor, fakat orta-uzun vadede daha fazla yaygınlaşacağı ve elde edilen veriler sayesinde iletişim profesyonellerinin önünde yeni pencereler açılacağı ortada.
Etnografik araştırmalar ise, uygun koşullar sağlandığında, çok daha verimli bir olabilecek bir yöntem gibi görünüyor. Tüketicilerin yaşam tarzına bizzat dahil olup belirli bir süre onlarla birlikte yaşayarak yerinde gözlem yapmak, başka hiçbir araştırma yönteminde olmadığı kadar doğru ve çarpıcı içgörülere ulaşmayı sağlayabilir. Tabii araştırmacının gözlediği süreci manipüle etmemesi, kendi varlığının oradaki doğal hayat akışını etkilememesi gerekir. Bu işi yapabilecek yetkinlikte araştırma uzmanlarının bulunması ise apayrı bir zorluk. Ciddi seviyede pazarlama ve marka bilgisinin üzerine, mutlaka kültür kodlarını çözebilecek seviyede sosyoloji - antropoloji bilgisi ve hatta belki biraz oyunculuk / tiyatro yeteneği de gerekiyor.

5. Günümüz Türk tüketicisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Günümüz Türk tüketicisine ulaşmak ve marka sadakati yaratmak için markaların nasıl hareket etmesi gerekiyor?
Günümüz Türk tüketicisinin belki de en karakteristik özelliği, birkaç tane farklı hayatı aynı anda yaşaması. Tabii bunun da birkaç boyutu var. Örneğin, özellikle dayanıklı tüketim ürünlerinde, gerçek gelir düzeyimizle pek orantılı olmayan pahalı markaları satın alarak, biraz eşe dosta gösteriş yapmayı fazlaca seviyoruz galiba. Aslında gayet doğal ve insani bir istek olan sınıf atlama arzusunu, sürdürülebilir bir standardı adım adım yükselterek değil de, biraz hızlandırılmış yanılsamalar biçiminde gerçekleştirmeyi tercih ediyoruz. Her aybaşı maaş alındıktan sonraki bir iki hafta boyunca normalden daha lüks standartlarda, sonraki iki hafta boyunca da kıt kanaat geçinerek yaşayan birçok insan var… Markalarla kurduğumuz sadakat ilişkisine gelince: Gönlümüzde yer etmiş birkaç marka etrafında dönen kontrollü bir poligami söz konusu. Kesintisiz sadakat diye bir ayrıcalığa hiçbir marka sahip değil. Alışveriş sepetine girmezden önce bir şekilde “gönül sepetimize” girmeyi başarmış birkaç markaya düzensiz aralıklarla ve çoğunlukla da duygusal gerekçelerle, zaman zaman fırsat tanıyoruz. Bu nedenle, markaların mümkün olduğunca doğru seçilmiş ve etkili kullanılmış kanallar üzerinden iletişimi canlı tutmaları ve sürekli olarak tüketicinin zihnindeki yüksek ihtimalli alternatifler arasında kalmaya özen göstermeleri gerekiyor. Ayrıca şunu da unutmayalım ki, tüketicilerin bir markayla kurdukları ilişki, “adını duydum, varlığından haberdarım” seviyesinden başlayıp “sadık müşteri” olmaya kadar uzanabilir. Bu nedenle, markanın hedef kitlesini sadakat seviyelerine göre basamaklara ayırıp her basamaktaki insanları bir yukarıya taşıyarak “conversion” yaratmaya çalışmak da önemli.

6. Reklamların satın alma davranışındaki etkisi nedir? Reklamların bu etkisini ölçmek için izlenecek yollar nelerdir?
Bir zamanlar danışman olarak çalıştığım uluslararası bir pazar araştırma şirketi olan Millward Brown’ın kurucularından Gordon Brown’ın ta 1994 yılında ifade ettiği ilginç bir bakış açısı var bu konuda. Açıkçası bu yaklaşımı hala geçerli ve yeterince açıklayıcı buluyorum. Brown’a göre, bir reklamın onu seyreden insan üzerindeki etkisini, etkinin fark edildiği zamana göre üçe ayırmak mümkün: 1) Reklam seyredildiği anda ya da mesaj ilk kez algılandığı anda devreye giren “ikna etme ya da bir yenilik hakkında bilgilendirme” etkisi. 2) İnsanlar o markanın bulunduğu kategorideki alternatifleri yakından incelerken ya da alışverişe çıkıp satın alma niyeti taşırken devreye giren etki. 3) Başka bir ortamda markayı kullanırken, onunla deneyim yaşarken sonradan devreye giren dolaylı etki. Başka bir deyişle, reklama yapılan yatırımdan nasıl ve ne kadar geri dönüş alındığına bakarken, bu üç etkinin de zamana yayılmış biçimde ayrı ayrı ele alınması gerekiyor. Tabii satış rakamlarındaki artışın ne kadarının reklamlar yüzünden ne kadarının başka sebeplerden gerçekleştiğini kesin olarak ayırmak için sihirli bir formül yok. Ama yine de hem iletişim etkinliği verilerinin hem de satış noktalarından gelen verilerin karşılaştırmalı analiziyle, yaklaşık bir modelleme çıkartmak ya da en azından bir projeksiyon yapmak mümkün. Bir reklamı beğendiğini söyleyen bir tüketicinin gidip o markayı satın alacağının bir garantisi olmamakla birlikte, en azından etkili iletişime devam ederek tüketicinin zihnindeki “marka repertuarı”nın içinde kalmaya özen göstermek gerekir. Bu repertuar kavramı, satın alma kararı vermeye hazırlanan bir tüketicinin alışveriş sepetinden önce “gönül sepeti”ne girmiş olan, zihnindeki pozitif çağrışımları hala canlı olduğu için yüksek ihtimalle tercih edebileceği markalardan oluşan iki üç isimlik liste, anlamına geliyor. Başka bir deyişle, bir markanın kendi kategorisindeki toplam iletişimden aldığı pay arttıkça, tüketicinin cüzdanından aldığı pay da artıyor. Bu arada, ne yazık ki hesap verebilir ve performansı ölçülebilir pazarlama anlayışı Türkiye’de henüz pek yerleşmediği için, reklamın erişimini ölçmüş olmak, etkisini ölçmenin yerine ikame edilebiliyor kimi zaman.



7. Bilinçaltı reklamcılık hakkında ne düşünüyorsunuz?
Etik açıdan doğru bulmuyorum, uzak durulması gereken bir uygulama türü olduğunu düşünüyorum. Tabii ki bütün reklamlar belirli bir seviyeye kadar tüketicinin zihnindeki marka algılarını ve satın alma davranışlarını değiştirmeye çalışır. Fakat bu iş, bilinçli algı eşiğinin altına inmeden yapılır. Eğer o eşik aşılırsa, “bilinçaltı ikna yoluyla koşullandırma” bölgesine girilir ki, bu da insanın bilinçli bütünlüğüne saygısızlıktır.

8. Ülkemizdeki reklam ajansı reklamveren ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu ilişkinin daha verimli olması için iki tarafa da düşen görevler nelerdir?
Ajans-reklamveren ilişkilerinin, bugünkü mevcut durumdan daha fazla stratejik ortaklık / daha fazla bilgi ve sorumluluk paylaşımı yönünde gelişmesi gerektiğine inanıyorum. Ajans tarafı ve reklamveren tarafı birbirlerinin iç dinamiklerinden daha fazla haberdar olmak ve birbirlerinin işlerinden daha fazla anlamak zorundalar. Örneğin, reklamcılığa heves duyduğu için kendince parlak fikirlerle gelen bir marka müdürünün ajansın işine karışmasından bahsetmiyorum tabii ki. Bir işi yarım yamalak bildiği halde büyük fikirler bulduğuna inanmış aklı karışık insan kadar tehlikeli bir şey yoktur. Ama marka tarafındaki “pazarlama stratejisi” çalışmaları ile ajans tarafındaki “yaratıcı strateji” çalışmaları, sanki birbirinden kopuk iki ayrı dünyaymış gibi davranmanın da artık mümkün olacağını sanmıyorum. Brief alıp iş sunma seanslarının haricinde, birlikte atölye çalışmaları yaparak karşılıklı uzmanlık paylaşımı için uygun ortam yaratılabilir. Böylece hem reklamverenler ne istediklerini daha iyi bilir hale gelebilir ve ajanslarına “Bize bi şey yapın” demekten vazgeçebilirler hem de ajanstaki yaratıcı ekipler için “müşteri revizyon istiyor” cümlesi daha sevimli hale gelebilir belki. Ayrıca, her geçen gün daha fazla şeyin performansının ölçülebildiği bir dünyada yaşayacaksak eğer, pazar araştırmaları ve reklam araştırmalarının da ajans-reklamveren ilişkisinde önemli bir rol oynayacağına kuşku yok. Örneğin araştırma şirketi, markanın pazarlama stratejisinin belirli bir dönemdeki performansını (marka sağlığını/marka değerindeki değişimi) ölçen bir raporu masaya koyduğunda, hem reklam ajansındaki ekipler hem de araştırma şirketinin danışmanları, reklamveren tarafındaki “business planning” sürecine dahil olabilmeliler.

9. Gelişen iletişim teknolojilerinin hayatımızdaki etkisi ve bu etkinin gelecekteki pazarlamayı nasıl şekillendireceğini düşünüyorsunuz?
En belirgin etkisi, teknolojinin sokağa inmesiyle birlikte medya tüketim alışkanlıklarımızın da ciddi biçimde değişmesi. Örneğin, mobil pazarlama alanındaki artırılmış gerçeklik (AR), lokasyon bazlı uygulamalar ve geo-tagging uygulamaları gayet heyecan verici. Neredeyse 7 gün 24 saat boyunca bulunduğumuz hemen her ortam, bir reklam mesajına rastlamak ya da bir marka deneyimi “fırsatına” erişmek için uygun hale gelecek yakında. Tabii bu da klasik hedef kitle tanımlama kriterlerinin devrinin kapanması anlamına geliyor aslında. Çünkü bugüne kadar sadece demografisine ve alışveriş geçmişindeki tekrarlanan davranışlarına baktığımız insanlar, artık bizzat pazarlama mesajının taşıyıcısı, üreticisi ve hatta eleştirmeni haline geliyorlar. Sosyal medyanın yaygınlaşmasına paralel olarak, marka yöneticileri de sosyoloji, psikoloji ve kültürel incelemeler uzmanlarının “gündelik hayatın yeni rutinleri” üzerine söylediklerine daha fazla kulak vermek durumunda kalacaklar, diye düşünüyorum.

10. Marka geliştirme süreci ve bu süreçte dikkat edilmesi gereken unsurlar nelerdir?
Konumlandırması doğru biçimde yapılmış bir markanın sonraki aşamalarda geliştirilmesi sürecinde en çok dikkat edilmesi gereken unsurlardan biri de, galiba marka kimliği ve promosyon iletişimi arasındaki denge. Örneğin, markanın genel kimliği çerçevesinde seslendiği temel hedef kitlenin kültürel kodları ile promosyon kampanyalarında kullandığı ünlülerin temsil etikleri kültürel kodlar bazen uyuşmayabiliyor. Ama hemen burada bir hata olduğunu söylemek de pek kolay değil. Çünkü ilginç olan nokta, “kültürel değerler” açısından birbirinden ayrılan hedef kitlelerin “popüler kültür” çerçevesinde pekala buluşabileceğinin, reklamcılar tarafından da son beş altı yıldır fark edilmiş olması... Yani reklamcılarımız, tıpkı Venn diyagramlarındaki gibi bir “kesişim kümesi” (farklı hedef kitleler arasında paylaşılan bir ortak bölge) tanımlıyorlar bence. Böylece herkes “kimlik ve değerler” çerçevesinde kendi kültürünü yaşamaya devam ediyor, ama bir yandan da “popüler kültür” ve tüketim alışkanlıkları çerçevesinde yeni paylaşım ve kesişim alanları açılıyor önümüzde: Hep birlikte ikiye bölünmüş hayatlar yaşıyoruz... Sonuçta bu da, hem rakip markalardan tüketici kazanmak hem de pazarı büyütmek çerçevesinde, piyasadaki serbest rekabetin gelişmesi için gayet elverişli bir ortam gibi görünüyor doğrusu...

11. Bize biraz da blogunuzdan bahseder misiniz?
Genelde marka ve iş geliştirme stratejileriyle ilgili yeni trendleri ve tartışmalı konuları masaya yatırmaya çalışıyorum. Haliyle, her gün yeni bir yazıyla güncellenen çok aktif bir blog değil benimki, bazen haftada bir yazıyorum bazen de ayda bir. Ama yazdığım konuları olabildiğince derinlemesine ele alıp mutlaka farklı bakış açılarına da yer vererek büyük resmin tamamını anlatmayı deniyorum. Yazıların didaktik ve sıkıcı makaleler gibi olmamasına, rahatça okunabilir olmasına özen gösteriyorum. Bu arada, blogun yanı sıra Friendfeed’de ve Bigumigu’da pazarlama ve reklamcılıkla ilgili diğer meslektaşlarımın başlattığı bazı tartışmalara yorum yazarken de epeyce keyif aldığımı söylemeliyim.

12. Kendinizi geliştirmek için neler yapıyorsunuz?
Farklı meslekleri, farklı uzmanlık alanlarını uzaktan inceliyorum, fırsat bulursam da işini iyi yapan insanlarla yüz yüze ve derinlemesine sohbet ediyorum. Onların iç dinamiklerini ve bakış açılarını anlamaya çalışıyorum. Tıpkı dünyadaki farklı kültürleri ve yaşam biçimlerini tanımaya çalışan araştırmacı gezginler gibi, ben de tanımadığım bilmediğim yaşam tarzlarını ve iş yapma biçimlerini çözmeye çalışıyorum. Bu sohbetlerden elde ettiğim içgörüleri de zaman zaman kendi profesyonel hayatımda kullanıyorum tabii. Bir anlamda, gayet yavaşlatılmış ve gündelik hayatın akışına yedirilmiş gayrıresmi etnografik araştırmalar ve derinlemesine röportajlar dizisine hobi olarak zaman ayırıyorum da denilebilir. Örneğin, bir mimar ve bir müzisyen nasıl bir projede birlikte çalışabilir ve kendi uzmanlıkları arasında ne gibi ortak noktalar keşfedebilirler diye hayal edip yine hayali iş akışı senaryoları kurguluyorum. Hazır yeri gelmişken söyleyeyim, araştırmacı gazetecilik ve belirli bir konuda uzmanlaşmış dergicilik yapmak, ta gençliğimden beri gönülden yakınlık duyduğum bir uğraştır. Çeşitli sinema ve müzik dergilerine dışarıdan katkıda bulunarak epeyce yazı yazmışlığım vardır.

13. Pazarlama alanında çalışan gençlere neler önerirsiniz?
Uzmanlaşmaya karar verdikleri bir konu üzerinde çalışırken, öğrendikleri her bilginin iş dünyasının dinamikleri içerisinde kimin ne işine yaracağını, bu bilgiyle kime nasıl bir fayda sunabileceklerini de hesaba katmalarını, disiplinlerarası işbirliği senaryoları kurgulamaya çalışmalarını öneririm gençlere. Kendilerini geliştirme sürecine tıpkı bir işletmecinin ya da girişimcinin kaynak yönetim ve yatırım planlama süreci gibi bakabilmelerinden bahsediyorum. Bulduğunuz her bir yaratıcı fikir ya da uzmanlaşmaya başladığınız her bir konu için, başı ve sonu belli bir “değer zinciri döngüsü” hayal etmek, epeyce faydalı bir yaklaşım olabilir.

14. Son olarak eklemek istediğiniz bir konu var mı?
Bu röportaj, kendime eleştirel gözle dışarıdan bakmam için güzel bir fırsat oldu. Teşekkür ederim.

29 Eylül 2009 Salı

Ajans – reklamveren ilişkisinde “crowdsourcing açılımı”

Gündelik hayatımızın önemli bir bölümünü sosyal medyada geçirmeye başlamamızdan beri, markalarla tüketiciler arasındaki birebir iletişim de epeyce yaygınlaştı. Sadece markanın tüketiciye bir şeyler anlattığı eski monolog ortamı, her iki tarafın da birbirine bir şeyler söylediği diyalog ilişkisine bıraktı yerini. Bu arada bazı tüketiciler de, sevdikleri markanın sosyal medyadaki profilini arkadaş listelerine eklemekle yetinmeyip markanın pazarlama iletişimi faaliyetlerine de katkıda bulunmaya gayet hazır ve istekli hale geldiler. Hele bir de işin ucunda bir ödüllü yarışma ya da cazip bir promosyon varsa, artık bir markayı seven sevmeyen, satın alan almayan birçok kişinin müthiş fikirler geliştirmeye can atacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Kalabalıktan çıkan yaratıcılık: Crowdsourcing
Aslında eskiden beri birçok markanın bir tür PR uygulaması olarak zaman zaman yaratıcı fikir ya da tasarım yarışmaları düzenlemesine alışkınız. Ayrıca bunu daha kalıcı bir ilişkiye dönüştürüp bu amaca özel kurumsal bir site açarak, hem mevcut ürün ve hizmetlerin hem de yeni projelerin geliştirilmesi için tüketicilerden gelecek önerilerin bir havuzda toplanması da, sayısız örneğine rastladığımız bir uygulama. Hatta son birkaç yıldır, tüketicilerle markalar arasındaki bu fikir alışverişine aracılık yapmak ve parlak fikirleri ödüllendirmek amacıyla hayata geçmiş çeşitli ticari girişimler olduğunu da biliyoruz.

Bunların hepsi, ürün-hizmet geliştirmeden pazarlamaya kadar bir markanın tüm faaliyetlerine renk katan ilginç açılımlardı. Ta ki son zamanlarda başlayan “crowdsourcing” tartışmaları reklam sektörünün gündemine oturuncaya kadar. Şimdi ise, ajans-reklamveren ilişkisinde tarafların geleneksel görev tanımlarında köklü değişiklikler olup olmayacağını tartışıyoruz:
Örneğin, birkaç hafta önce Unilever İngiltere’nin Peperami markası için çalışan reklam ajansı Lowe’ye “güle güle” demesi ve bundan sonra yaratıcı fikir bulma hizmetini herkesin katılımına açık bir site üzerinden “net’teki kalabalıktan” temin edeceğini açıklaması, epey düşündürücü bir gelişme oldu. Gerçi Unilever yetkilileri bu crowdsourcing’nin aslında “adı konulmamış dolaylı outsourcing” olacağını iddia ettiler. Yani profesyonel bir reklam ajansının yerini “reklamcılığa eğilimli – parlak fikirli tüketici kalabalığı” ile doldurmayı planlamadıklarını, asıl ulaşmak istedikleri kitlenin freelance / bağımsız çalışan reklamcı bireyler ya da küçük ajanslar olduğunu söylediler.

Tabii burada akla ilk gelen, “Acaba net’teki kalabalıktan gelecek yaratıcı fikirler, uluslararası kurumsal bir ajanstan gelecek fikirlerin yerini tutabilir mi?” sorusu oluyor...


Önümüzdeki günlerde sık sık karşımıza çıkacak gibi görünen bu “crowdsourcing” trendinin doğmasının bir sebebinin, maliyetleri düşürmek çabası olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Gerçekten de işin maliyet kısmına baktığımızda, örneğin ortalama boyutta bir uluslararası ajansa ödenen sadece bir aylık fee tutarı bile, web’de açılacak böyle birkaç tane fikir yarışmasının “büyük ödül”ünü karşılamaya rahatlıkla yetebilir. Yani teorik olarak, “net’teki kalabalık”a beyin fırtınası yaptırarak havada uçuşacak bol miktarda fikri çok ucuza temin etmek mümkün. Peki ama, ajansın sunacağı üç dört tane alternatif fikir arasından seçim yapmak yerine, kalabalıktan gelecek yüzlerce fikir arasından seçim yapmak, reklamverene ne kazandırır ve ne kaybettirir?

Risk ve sorumluluk paylaşımı
Bilindiği gibi, ajans-reklamveren ilişkisinde “risk paylaşımı” faktörü hala epeyce tartışmalı bir konu olduğu için, birtakım büyük reklamverenler “ajansların performansa göre ücretlendirilmesi” uygulamasına geçmek için adım atmışlardı. Teorik olarak, biraz naif biçimde düşündüğümüzde, ajansın sunduğu yaratıcı iş ile reklamverenin onayladığı iş arasındaki makas açıldıkça ajansın sorumluluğunun da azalması gerekirken, mevcut düzende bunun böyle işlemediğini hepimiz biliyoruz: Örneğin, “Müşteri (reklamveren) böyle istiyor, revizyon yapacağız” cümlesi, ajanstaki yaratıcıların kabusudur. Çünkü hiçbir yaratıcı, müşteri istiyor diye başlangıçtaki orijinal fikrinden uzaklaşmayı pek istemez (hatta kimisi de bunu egosuna yediremez). Ama öte yandan, konuya ajans patronu açısından baktığımızda, müşteri ne kadar çok müdahale ederse, ajansın kestiği hizmet bedeli faturalarının ödenme garantisi de o kadar yükselir bir anlamda...

Şimdi bu yeni trende göre bazı reklamverenler ajansı devre dışı bırakıp “kalabalıktan gelen” fikirlerle yoluna devam ettiğinde, bu fikirlerin işe yarayıp yaramaması riskinin tüm sorumluluğu da sadece kendi omuzlarına yüklenecek. Haliyle bu fikirlerin / reklam hikayelerinin geliştirilmesi, gerekiyorsa marka kimliğinin hikayeye daha etkili biçimde yerleştirilmesi, yani hem yaratıcı stratejiye hem de pazarlama stratejisine uyumlu hale getirilip optimize edilmesi de reklamverenin işi olacak.

Bununla bağlantılı olarak, bir parantez açıp şunu da düşünmek lazım: Bir ajansın markaya temel katkısı, yaratıcı reklam fikirleri bulmakla mı sınırlıdır? Yoksa yakın gelecekte ajansların sadece pazarlama iletişimi çözümleri üretmekle yetinmeyerek, bugüne kadar reklamverenin ajansı pek dahil etmeden kendi içerisinde çözüm aradığı pazarlama problemlerinde daha fazla söz sahibi olmaya çalışmaları gerekmez mi?

Parantezi kapatıp yeniden “crowdsourcing” trendine baktığımızda, sorulması gereken asıl önemli soruya geliyoruz: Reklamveren tarafındaki marka yöneticileri, artık reklam ajansının “yaratıcı strateji” desteğini de devre dışı bıraktıklarına göre, kalabalıktan gelmiş yüzlerce yaratıcı fikir alternatifi arasından doğru işi seçerken sadece kendi kişisel sezgilerine mi güvenecekler, yoksa henüz imalat aşamasındaki bu fikirlerin muhtemel performanslarını ölçmek için pazar araştırma firmalarının kapısını çalıp “copy testing” mi yaptıracaklar?

“Crowdsourcing” ve ölçümlemeye verilen önem
Bilindiği gibi, “doğru ve etkili reklam”ın sahip olması gereken asgari nitelikleri sürekli güncellemek, pazar araştırma ve reklam araştırma şirketlerinin uzmanlık alanı. Bu uzmanlığa verilen önem de ülkeden ülkeye farklılık gösteriyor. Örneğin Türkiye’de tüm pazar araştırma sektörünün yıllık cirosu, reklam sektörünün cirosunun yaklaşık otuzda biri. Yani kabaca söylersek, reklama yatırım yapanların yalnızca küçük bir bölümü, reklamın performansını (ya da marka değerini / marka sağlığını) ölçümlemek için yatırım yapıyor.

Öte yandan, reklamın etkisinin yayından önce de ölçülmesi ve çıkan KPI sonuçlarına göre yaratıcı işin revize edilmesine bazı ajansların tepki gösterdiği de bilinen bir gerçek. Örneğin, tüketicinin zihnindeki ikna sürecinin alt bileşeni olarak çalışan “eğlenceli bulma seviyesi / enjoyment” ve “ilgilenmeye değer bulma seviyesi / engagement” gibi değişkenleri düşündüğümüzde ya da genel olarak insanların reklamla kurdukları duygusal ilişkiyi analiz etmeye çalıştığımızda, bazı ajanslar mutfaklarındaki yaratıcı fikri bu analiz sonuçlarına göre değil, kendi kişisel sezgilerine göre revize etmekte ısrar edebiliyorlar.

En azından umut edelim ki, bu yeni “crowdsourcing” trendi sayesinde reklamverenler bugüne kadar sadece yayınlanmış reklamın performansının ölçülmesi” çerçevesinde telaffuz edilen başarı kriterlerini, artık yayın öncesinde imalat / planlama aşamalarına da uygulamaya niyetleniyor olsunlar. Böylece, genellikle sadece araştırma firmalarıyla reklamveren arasında gidip gelen raporlarda kalan performans kriterleri ve onlardan çıkarılmış stratejik içgörüler de artık daha fazla insan tarafından tartışılıyor hale gelsin...

Peki bu konuda siz ne düşünüyorsunuz? Yaratıcı fikir bulma sürecinin “crowdsourcing” yoluyla halka açılması, ajans-reklamveren ilişkilerini nasıl etkileyebilir? Daha da önemlisi, ister ajanstan ister “net’teki kalabalık”tan gelsin, bulunan reklam fikrinin muhtemel performansının (erişimi değil, etkisi anlamında) yayından önce test edilmesi, sektörde yaygın bir alışkanlık olarak yerleşebilir mi sizce?


(Not: Bu yazı daha önce Geliştrend’de yayımlanmıştır)

13 Eylül 2009 Pazar

Reklamın Satış Artırma Etkisi - 2

(Yazının birinci bölümü burada)

Reklamın “tutundurma etkisi”ni ya da “ikna etkisi”ni öne çıkaran farklı yaklaşımları karşılaştırdığımızda, sanki birinci yaklaşım reklamın satış artırma üzerindeki etkisini biraz kendi kaderine bırakıyormuş gibi, pazardaki mevcut durumu ve dengeleri sarsarak / sıçrama yaparak büyüme yolunu seçen markalara da pek bir şey söylemiyormuş gibi görünebilir. Her şey bir yana, en azından, örneğin yeni bilgi / yeni haber içeren, ulaştığı tüketiciye ilginç gelen ve inandırıcı izlenim bırakan reklamın yaratabileceği “ikna faktörü”nün gücünü çabucak arka plana itmemek gerektiğini hepimiz biliyoruz.

Durağan yapılı pazar / Sıçramaya müsait dinamik pazar
Öte yandan, “tanıtım-tutundurma” yaklaşımının şöyle bir önermesi daha var: “Düşük pazar payına sahip markalar için, belirli bir süre boyunca, hem bu markayı tekrar satın alan tüketicilerin sayısının hem de markaya duyulan sadakat seviyesinin artış göstermesi beklenmez. Markanın satış noktalarındaki penetrasyonu ciddi miktarda artırılmadıkça, müşteri sadakati verilerinde de gözle görünür bir artış beklenmemelidir.”

Eğer sadece pazarda belirli bir tarihteki durumun fotoğrafını çekmek istiyorsak ya da markalar arasındaki farklılaşmanın düşük olması nedeniyle birinin yerinin diğeri tarafından doldurulmasının daha kolay olduğu “durağan yapılı” bir kategoriyi analiz ediyorsak, aslında bu zamana yayılmış biçimde “tanıtım-tutundurma” yaklaşımı gayet mantıklı ve doğru. Özellikle de pazarda yeterli ürün çeşitliliği olmaması nedeniyle aynı insanlar aynı markaları tekrar tekrar satın almaya devam ettiklerinde, hedef kitleyi marka sadakati seviyelerine göre basamaklara ayırıp her basamaktaki insanları bir yukarıya taşıyarak “conversion” yaratmaya çalışmak da cazibesini yitirebilir.

marka sadakati seviyeleri arasında conversion

Ayrıca markanın “iletişim payı” ile “pazar payı” arasındaki etkileşimi de hesaba kattığımızda, “tanıtım-tutundurma” yaklaşımının da birgün mutlaka işe yarayacağını söyleyebiliriz: En azından istatistiksel olarak biliyoruz ki, rakipleri karşısında yüzde değer olarak “iletişim payı”nı pazar payından daha yukarıda tutan markaların orta-uzun vadede büyüdüğünü gösteren kanıtlar mevcut. Yani çok kabaca, rakiplerinden daha fazla reklam yapan markanın pazar payının da orta-uzun vadede büyümesinin kuvvetle muhtemel olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Ama bir adım daha atıp da, düşük pazar payına sahip markaların mevcut durumu daha hızlı biçimde değiştirmek için neler yapabileceklerini sorgulamaya başladığımızda ve dinamik pazarda stratejik yol haritası önermek istediğimizde, her iki yaklaşımı da farklı kombinasyonlarda kullanmaya ve yeni denklemlere ihtiyaç duyuyoruz.

Büyük markaların yarattığı algı
Şimdi bu tartışmaya “brand salience” kavramını da dahil edebiliriz: Sanırım henüz Türkçe’de yerleşmiş bir karşılığı yok bu kavramın. Herhangi bir kategoride “akla ilk gelen marka olma eğilimi” ve markanın “arzu nesnesi olma yeteneği”nin tüketicinin zihnindeki karşılığı, diye tanımlanabilir kabaca. Başka bir deyişle, bir markanın varlığının farkında olmak (awareness), ayrıca markaya aşina olmak, hatta herhangi bir deneyim yaşamadan bile biraz güven ve özlem duymak da dahil olmak üzere, tüketicinin belleğinde bir markaya dair yer etmiş olumlu çağrışımların niteliksel ve niceliksel toplamı, biçiminde ifade edenler de var “salience” kavramını.
Burada bizi ilgilendiren nokta şu: “Tanıtım-tutundurma” yaklaşımının büyük küçük bütün markalara önerdiği genel strateji, “salience” anlamında toplam pozitif bilinirlik seviyesini geliştirmektir. Fark yaratmak ve yüksek sesle farklılığın altını çizmek, bu stratejide öncelikli amaç değildir.

Bu arada, “salience” ile doğrudan ilişkili olarak, “marka repertuarı / brand repertoire” kavramını da hatırlamakta fayda var: Alışveriş sepetine girmeden önce tüketicinin “gönül sepeti”ne girmeyi başarmış birkaç marka, anlamına geliyor bu kavram. Aşırı derecede “fiyat duyarlılığı” olan tüketicileri hariç tutarsak, marka tercihlerimizle ilgili aldığımız risklerin (yani farklı markalara şans tanıma ihtimallerimizin) genellikle iki üç markalık repertuar çerçevesinde gerçekleştiğini biliyoruz. Aslında bu saptama da “tanıtım-tutundurma” yaklaşımının dayanaklarından birisi.

Bir markanın toplam bilinirlik düzeyi ile “ilk kez denemek veya tekrar satın almak” isteği arasında doğru orantı olduğunu gösteren çok sayıda araştırma var. Mantıklı olarak, bir markayı ne kadar sık kullanırsanız ya da ne kadar sık adını duyarsanız, bir sonraki satın alma kararında hangi markayı almaya karar vereceğinizi o kadar daha az düşünürsünüz. Ama tüketicinin dile getirdiği satın alma isteğinin ne kadarının gerçekleşeceğini (yani niyetin ne kadarının gerçek pazar payına dönüşeceğini) öngörmeye çalışan araştırmalardan da biliyoruz ki, küçük bir markanın ürününü alacağını söyleyenler, büyük bir markanın ürününü alacağını söyleyenlere göre daha az oranda niyetlerini eyleme dönüştürürler. Haliyle büyük markalar “salience” avantajlarının tüketici davranışında yarattığı psikolojik önkoşullanma sayesinde maça 1-0 önde başlıyorlar, bu da o markaları sürekli olarak “gönül sepeti” repertuarının içinde tutuyor. Reklamda verdikleri mesaj ne olursa olsun, hatta tüketicinin zihninde o markayla yaşanmış somut deneyime dayalı hiçbir kalite algısı olmasa bile, büyüklükleri ve yaygın varlıklarıyla sürekli göze batarlar. Ve tüketici de marka ile herhangi bir sadakat ilişkisi kurmadan, adeta büyüklüğü karşısında ona itaat eder.

Yerleşik ve güçlü markalar için, özellikle de fazla ince eleyip sık dokumadan neredeyse otomatik olarak satın alınan “low-involvement” kategorileri için, reklamın ağırlıklı işlevinin mevcut marka hatıralarını ve izlenimlerini güçlendirmek olduğu doğrudur. “Markalı hatırlanırlık” düzeyi yüksek olan reklamlar, sadık müşterilere sadece o markanın neyini sevdiklerini hatırlatmakla yetinebilir ve böylelikle de satın almaya devam etmeleri için onları cesaretlendirebilir. Ayrıca, aynı reklamlar o markayı henüz satın almamış olan tüketicilerin zihninde kısmen var olan marka çağrışımlarını da tazeleyecektir ki, bu çağrışımlar o tüketicilerin öncelikle tercih ettikleri asıl markayla bir sorun yaşadıklarında ya da onu bulamadıklarında alternatif tercih olarak devreye girmesini de sağlayabilirler.

İletişim stratejisinin pazar payına etkisi
Öncelikle, bir markanın pazar payını artırmasında reklamın ne kadar etkili olacağının ölçüsü, tercih edilen iletişim stratejisine ve onun alt bileşenlerine doğrudan bağlıdır tabii. Yukarıda biraz tartıştığımız bu alt bileşenler uygun biçimde biraraya geldiğinde, doğru kurgulanmış bir iletişim stratejisi kapsamındaki yaratıcı / çarpıcı reklam mesajları, pekala “kaldıraç” işlevi görerek markanın pazar payında hızlıca bir sıçrama bile yaratabilir.
Örneğin, “tanıtım-tutundurma” yaklaşımı, bir markanın pazar payını büyütmek yolundaki en önemli araçlarından birini göz ardı ediyor: Eşdeğer ya da benzer kalitedeki ürünlerden daha yüksek bir fiyatı haklı çıkartmak. Bazen reklamın temel işlevlerinden birisi, ilk etapta hemen pazar payını büyütmeye yaramasa bile, bu yüksek fiyatı haklı gösterebilmek gücüdür, ki bunun olabilmesi için de bir ürünün öyle ya da böyle bir şekilde mutlaka rakiplerinden farklı olarak algılanması gerekir. Kuşkusuz “salience” da önemli tabii ama, “farklı algılama” üzerinden “yüksek fiyatı haklı çıkarma” ile marka sadakatine giden bir yol olduğunu da unutmamakta fayda var.

Yine de sormak gerekiyor: Markayı insanların zihnine / gündemine taşıdığımızda ve hafızalarında çağrıştırdığı izleri tazelediğimizde, kuşkusuz “salience” yaratılmış / geliştirilmiş olacaktır ama, bu durum, markaya ilişkin satın alma niyetinin oluşmasını, niyetin eyleme dönüşmesini ne kadar sağlayabilir? Kolayca hatırlanacak biçimde markaya dikkat çekmek, insanların onu satın alması için yeterlidir midir?

Açıkçası tüm bu soru işaretleri yüzünden, küçük pazar payına sahip markalar için önerilen büyüme stratejisinde reklamın ağırlıklı rolünün “ikna yoluyla sadakat ilişkisi geliştirmek” ve bunun doğal sonucu olarak “conversion” yoluyla satış artırmaya çalışmak değil, “tanıtım-tutundurma yoluyla toplam bilinirliği artırmak” olduğunu söyleyenlere biraz mesafeli bakıyorum ben.

Peki bu konuda siz ne düşünüyorsunuz? Dinamik rekabetin olduğu bir kategoride pazar payını büyütmek isteyen küçük markalar hangi çerçevede nasıl bir iletişim stratejisi izlemeli sizce?

Reklamın Satış Artırma Etkisi - 1

Yazılarını düzenli olarak takip ettiğim Nigel Hollis, geçen haftaki yazısında “Çifte Risk / Double Jeopardy” denilen eski ama önemli bir pazarlama kuralı hakkında ilginç bir tartışma başlattı.
Tartışmanın çıkış noktası şu soruydu: Niş tanımına girmeyen ve pazar payını büyütmek isteyen küçük markalar, büyüklerin bütün doğal avantajları karşısında, kendi reklam stratejilerinde zamana yayılmış biçimde “tanıtım-tutundurma” çizgisine mi ağırlık vermeliler, yoksa en baştan farklılıklarını vurgulayarak hızlıca ikna yoluyla kendi marka sadakatlerini mi geliştirmeye çalışmalılar?

Öncelikle, kökeni ta 1960’lı yıllara kadar uzanan ve (birkaç istisnaya rağmen) birçok araştırmada aynı sonuçlar çıktığı için artık bir “genelgeçer kural” diye anılan bu “çifte risk” yaklaşımını hatırlayalım (Wikipedia’daki tanımı burada):
Eğer bir markanın pazar payı yüksekse, tekrar satın alınma oranının da (yani “repeat purchase rate”inin de) yüksek olması kuvvetle muhtemel bir durumdur. Başka bir deyişle, bir markanın satış noktalarındaki fiziksel varlığı / bulunurluğu yüksekse, öteki markalara göre 1) hem daha fazla yeni potansiyel alıcısı vardır, 2) hem de eski müşteriler tarafından tekrar satın alınma frekansının daha yüksek olması beklenir. Haliyle bu iki saptama, düşük pazar payına sahip markalar için “Double Jeopardy” (çifte risk) denilen durumu oluşturur...

Mantıken kimsenin itiraz edemeyeceği bu iki saptama, ister istemez, küçük markaların büyükler karşısında yapabileceği en akıllıca hamlenin fiziksel erişilebilirliği ve zihinsel bilinirliği artırmak olduğunu söylüyor, öncelikle satış noktaları penetrasyonuna ağırlık verilmesini öneriyor. Ama bununla birlikte, “tekrar satın alma” davranışı ile “marka sadakati” arasındaki ilişkinin önemini azaltarak geri plana itiyor, reklamın ana işlevini de “ikna etmek” değil “tanıtım-tutundurma” çizgisine oturtuyor: Hedef kitleyi marka tanıdıklığı / marka sadakati seviyelerine göre segmente etmeyi reddediyor, iletişimin olabildiğince fazla sayıda potansiyel tüketiciye sesinizi duyurmak ve onların zihnindeki (mevcut ya da yeni oluşan) genel marka çağrışımlarını canlı tutmak amacıyla yapılmasını yeterli buluyor.

Markayı hatırlamak yetmez, diyenler
Haliyle karşıt görüştekiler de, potansiyel müşteri adaylarını “Markanın adını ilk defa duydum” diyenlerden başlayıp “İkna oldum, satın alıp deneyeceğim / sadık müşterisiyim / arkadaşlarıma da tavsiye ediyorum” diyenlere kadar uzanan farklı “sadakat segmentlerine” ayırarak analiz etmeyi ve buna uygun iletişim yapmayı savunuyorlar. Kabaca söylersek, “markayı hatırlamak yetmez” diyen bu ikinci yaklaşıma göre, bir reklamın onu seyreden insan üzerindeki etkisini, etkinin fark edildiği zamana göre üçe ayırmak mümkün:

reklamın satış artırma etkisi

1) Reklam seyredildiği anda ya da mesaj ilk kez algılandığı anda devreye giren “ikna etme ya da bir yenilik hakkında bilgilendirme” etkisi: “Immediate Challenge”.
2) İnsanlar o markanın bulunduğu kategorideki alternatifleri yakından incelerken ya da alışverişe çıkıp satın alma niyeti taşırken devreye giren etki: “Interest-status”.
3) Başka bir ortamda markayı kullanırken, onunla deneyim yaşarken devreye giren dolaylı etki: “Enhancement”.
Örneğin, bu “Enhancement” etkisine biraz daha yakından bakalım: Bir reklam, belki tüketicinin zihnindeki marka algısında hemen ve anında belirgin bir sıçrama / değişiklik yaratamayabilir, insanlar o markayı satın almak için hemen mağazalara koşmayabilirler. O anda reklamın başardığı şey, tüketicide herhangi bir yeni eylem tetiklemeden sadece genel marka çağrışımlarını tazelemek ve zihinlerdeki marka algısını canlı tutmakla sınırlıymış gibi görünebilir. Fakat zaman içerisinde yaşayacağınız marka deneyimleri, o reklamdan az ya da çok, dolaylı olarak mutlaka etkilenecektir, ki bu sonradan gelen etki de “enhancement” olarak adlandırılır.

Reklamdaki yeni bilgi / yeni haberin tetikleme etkisi
Genel olarak reklam, tüketicilerde bir markayı satın alma isteğini iki yoldan yaratır: Markayla ilgili önceden bilinen çağrışımları hatırlatarak ve marka hakkında yeni bilgi / yeni haber vererek. “Reklamın yeni bir haber içermesi satışlar üzerinde olumlu etki yapar” önermesini kanıtlayan sayısız araştırma var. Hem pazara yeni giren markalarda hem de yerleşik markaların mevcut tüketicilerine bir yeniliği duyurması durumunda geçerlidir bu önerme. Teorik olarak, bir reklamın satışı artırabilmesi için, 1) markanın reklama doğru biçimde yerleştirilmiş olması, 2) tüketicinin zihninde markayla ilgili mevcut hatıraları / çağrışımları canlandırması ve 3) motive edici yeni bir haber vermesi gerekir. Verilen bu yeni bilgi / yeni haber mesajının da hedef kitlenin o andaki ihtiyaçlarına hitap etmesi, beklentileriyle alakalı olması (relevancy) gerekir.
Ama bu üç koşulun da aynı anda sağlanması her zaman gerçekleşmeyebilir. Örneğin “yeni haber” kısa süreli bir etkidir. Bir yeniliği duyuran reklamı aynı hedef kitleye defalarca seyrettirmek de çok anlamlı olmadığına göre, markanın gerçekten yeni yenilikler geliştirip sunabilmesi ya da “eski” yenilikleri yeni bir anlatımla tekrar gündeme taşıyabilmesi gerekebilir...

(Yazının devamı burada)

25 Ağustos 2009 Salı

Reklamın mutfağındaki zorunlu hareketler


Reklamveren tarafında bir marka müdürü ya da pazarlama iletişiminden sorumlu yönetici, reklam ajansından gelen yaratıcı fikir alternatiflerini değerlendirip doğru işi seçmeye çalışırken acaba hangi kriterlere göre hareket eder, diye düşünelim... Öncelikle, bu konuda bir genelleme yapmak ya da genelgeçer kuraldan bahsetmek mümkün değil: Kimisi yılların tecrübesiyle geliştirdiği sezgilerine dayanarak “doğru çözüm”e en yakın olan fikri bir bakışta hisseder ve küçük revizyonlar, düzeltmeler gerekiyorsa da, net biçimde ajansa derdini anlatır. Kimisi de, Türkiye’de henüz pek yaygınlaşmamış bir tercih olsa da, ajansın mutfağından taze taze çıkmış bu fikirleri bir “reklam araştırma / pazar araştırma” şirketine pre-testing (copy testing) için göndererek, gerçek tüketicilerden seçilmiş fokus gruplara seyrettirir, performanslarını daha yayınlanmadan önce test ettirir. Böyle pre-test’lerde reklamların saniye saniye, cümle cümle analiz edilmesi, markanın ana mesajını daha anlaşılır ve etkili hale getirmek için değerli ipuçları verirken, olası problemlere teşhis ve tedavi önerileri geliştirmek de mümkün olabilir. Ama ister sezgilerinizle ister testlerle hareket edin, performansını doğru ölçemediğiniz bir yaratıcı fikri kolay kolay revize edemezsiniz...

Reklamı üretmek için çalışan yaratıcı ekipte olmanız ya da değerlendirip görüş bildirecek olan reklamveren ekibinde olmanız, aslında bir noktadan sonra pek fark etmez: Çünkü ne de olsa normal şartlar altında ortak amaç, hem marka stratejisi ve pazarlama stratejisine ana hatlarıyla sadık kalmak hem de dönemsel konjonktüre göre değişebilecek taktikleri de hesaba katarak, en kısa zamanda en optimum çözümde buluşabilmektir... :) Reklamı üreten yaratıcıların ve onu değerlendiren marka yöneticilerinin doğru “performans ölçüm kriterleri”ni en baştan iyi bilmesi, kuşkusuz herkesin hayatını epeyce kolaylaştıracaktır. Şimdi bu temel kriterlerin iki tanesine biraz daha yakından bakalım: 1. Reklam, markayla birlikte hatırlanabilmeli. 2. Yaratıcı çözüm, stratejiye uygun olmalı.



Reklamı markayla birlikte hatırlamak
Acaba bir reklamı seyredenler sadece ürünün ne olduğunu, hikayeyi ya da kahramanı mı hatırlıyor, yoksa markayı da söylebiliyor mu? Örneğin, “Falan sanatçının oynadığı bir otomobil reklamıydı ama, otomobilin hangi marka olduğunu hatırlamıyorum” dediğiniz bir reklam, bütün otomobil kategorisine hizmet etmiş demektir. Sık rastlanan bir durumdur, hangi markaya ait olduğu kolayca hatırlanamayan reklamlar, elde ettikleri o güzelim GRP’leri ister istemez o ürün kategorisindeki bütün rakip markalar arasında paylaştırırlar... Oysa reklamın satışları etkilemesi, insanların satın alma niyeti taşıdıkları sırada reklamı markasıyla birlikte hatırlamalarıyla mümkündür. “Başarısız” olan reklamların çoğunun düştüğü tuzak da burasıdır: Tüketici seyrettiği reklamı hatırlar ama, hikayeyi markaya bağlayamaz...

Öte yandan, ajansın mutfağındaki imalat aşamasında reklamın hikayesine markayı yerleştirirken, “yaratıcılık ve basitlik dengesi”ne özen göstermekte de fayda var tabii: Advergaming gibi etkileşimli reklamları hariç tutarsak, tüketiciler özellikle de TV’deki reklamları ders çalışırmış gibi / bir gizemi çözmeye çalışıyormuş gibi derin düşünerek seyretmezler, ilk seyredişlerinde kuramadıkları “gizli bağlantıları” ikinci seyredişlerinde kurmalarının satışları olumlu etkilediğine dair hiçbir kanıt yoktur... :)

Peki, markasıyla birlikte hatırladığımız reklam acaba yeterince etkili mi, arzu ettiğimiz ana mesajı kolay anlaşılır ve ilgi çekici biçimde iletebiliyor mu? Etkili bir reklamda yaratıcı fikrin kendisi ve / veya uygulama yöntemi seyircinin dikkatini çekebilmeli, diğer reklamların arasından sıyrılacak farklı bir görsel / işitsel anlatım üslubu olmalı ve tabii ki yakaladığı ilgiyi reklamın sonuna kadar koruyabilmeli. Seyircinin dikkatini çekebilmek deyince, her mecranın kendi doğasından kaynaklanan küçük farklılıkları olduğunu da hesaba katmak gerekebilir. Örneğin TV’de reklamlar başladığında otomatik olarak birçok seyircinin dikkati ekrandan uzaklaşır, başka şeylere kayar. Seyirciye gözlerini yeniden ekrana çevirmesini sağlayacak cazip bir gerekçe sunmanız gerekir. Basın ilanlarında ve internetteki display banner’larda ise TV’den farklı olarak, insanlar okudukları asıl içeriğe gösterdikleri dikkat ve ilgi seviyesinin aynısını en azından ilk birkaç saniye boyunca reklamlara da gösterirler...

Stratejiye Uygun Yaratıcı Çözüm: Farkındalık Yaratmaktan Marka Sadakatine
Tüketicilerin bir markayla kurdukları ilişki, “yeni tanışmış” olmaktan başlayıp “sadık müşteri” olmaya kadar uzanabilir. Bir an için, tüketicileri markayla tanışıklık seviyelerine göre şu gruplara böldüğümüzü hayal edelim: “Markanın adını ilk defa duydum” diyenler, “Varlığından haberdardım. Bana hitap ediyor, ihtiyaçlarımla alakalı” diyenler, “Deneyebilirim, reklamda vaat ettiği şeyi gerçekleştirebilir gibi görünüyor” diyenler, “Rakip markalarla karşılaştırdım, bıraktığı izlenim olarak daha avantajlı gibi” diyenler, “İkna oldum, satın alıp deneyeceğim” diyenler ve “Uzun süredir kullanıyorum, sadık müşterisiyim, arkadaşlarıma da tavsiye ediyorum” diyenler... Haliyle, markayla kurulan ilişki seviyesi değiştikçe, algılar ve beklentiler de değişiyor. Örneğin bir reklam, ilk iki gruptaki tüketiciler üzerinde etkili olmuşsa “farkındalık yaratmıştır” denilebilir. Eğer reklamdan “farkındalık” ötesinde başka bir etki yaratması bekleniyorsa, yani o markanın adını duyduğu halde hiç satın almamış ya da nadiren satın alan tüketiciyi markaya daha fazla şans tanıması için ikna etmesi bekleniyorsa, reklamın o belirli bir gruptaki hedef kitlenin somut ihtiyaçlarına hitap eden, daha kişisel ilişki kurabilecekleri şeyler söylemesi de gerekir.

Kuşkusuz, hangi hedef kitle üzerinde hangi etkiyi yaratmak istediğinize bağlı olarak değişen mesajın ve vaat edilen faydanın kolayca anlaşılabilir olması da gerekir. Temel amaç, “inandırıcı, iyi kurgulanmış ve sürdürülebilir bir vaat” sunarak, ihtiyaçlarının farkında olan tüketiciye duymak istediği şeyleri söylemektir. Ama işte bu noktada, tüketicinin “fayda algısı”nı “rasyonel fayda” ve “duygusal fayda” biçiminde ikiye ayırarak incelemek gerekir: Reklamı seyreden tüketici, duygu ve eylem anlamında beklediğimiz hangi tepkiyi hangi seviyelerde veriyor? Mesajı duygusal açıdan onaylıyor ve rasyonel açıdan avantajlı buluyor mu? Bu açıdan analiz ederek, reklamın tüketicide bırakacağı toplam etkiyi artırmanın yolları aranabilir...

Reklamveren – ajans ilişkilerindeki değişim
Öte yandan, “performans ölçüm kriterleri”ni bir kenara bırakıp büyük resmi görebilmek amacıyla farklı bir parantez açarsak, yakın bir gelecekte reklam ajanslarının görev tanımının yalnızca iletişim ve mesaj tasarlamakla sınırlı kalmayıp “marka deneyimi” tasarlamak yönünde de gelişeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz: Tüketicinin ödediği para karşılığında güzel bir deneyim yaşamasını garanti edecek olan “marka deneyimi”ni geliştirme hizmetleri, şu anda olduğu gibi yalnızca reklamveren tarafındaki yöneticilerin fikir yürüttüğü bir alan olmaktan çıkacak, bazı yaratıcı reklam ajanslarının da doğrudan söz sahibi oldukları bir konu haline gelecek...

Bir anlamda, ajans ve reklamveren ilişkisindeki klasik görev tanımlarının yeni bir entegrasyon ortamında dönüşüm geçireceğinden ve iş yapma alışkanlıklarımızın “demokratikleşeceğinden” bahsediyorum aslında...

Peki bu yeni entegrasyon sürecini kim nasıl koordine edecek? İlk bakışta, fikirlerin hayata geçirilmesini sağlayan bütçe reklamverene ait olduğu için, “parayı veren düdüğü çalar” kuralı akıllara gelebilir. Fakat bu yeni süreç o kadar basit olmayacak. Öncelikle her iki taraf da, “koordinasyon” ve “otorite”nin birbirine karıştırılmaması gereken kavramlar olduğunu fark edecek. Reklamveren tarafında, çalıştığı ajansı “parasını ödeyip talimat vererek hizmet aldıkları bir kurum gibi görme” alışkanlığı yerine, “fikirlerine saygı duyulması gereken bir business partner” olarak görmek eğilimi güçlenecek. Ajanslardaki yaratıcı insanlar da hayata biraz daha fazla business gözlükleriyle bakmaya başlayarak, reklamverenin somut pazarlama problemlerinin çözümünde daha aktif rol alan bir “yaratıcı partner”e dönüşmek için çalışacaklar. Reklamveren tarafındakiler de pazarlama kampanyalarının brieflerine “bilinirliği artırmak”, “marka kimliği ile aidiyet oluşturmak” gibi beylik cümleler yazamayacaklar artık. :)

(Not: Bu yazının kısa bir versiyonu, 12 Ağustos’ta Geliştrend’de yayımlanmıştır.)

2 Ağustos 2009 Pazar

Çizgiroman dünyasının anti-kahramanları...

Corto Maltese

Çizgiroman okumaya tutkuyla bağlı olanlar arasında, yalnızca "anti-kahraman"ların öykülerine meraklı olan küçük bir alt-grup vardır ki, kendimi de dahil edebilirim bunlara: Bu insanlar, örneğin Çelik Blek, Tommiks, Kızılmaske ya da Superman, Batman gibi, hemen her maceranın sonunda "kazanan"ı oynayan, erdem ve ahlak abidesi "kahraman"lara biraz mesafeli dururlar...
Başka bir deyişle, "Esse Gesse", "DC Comics" ve "Marvel Comics” gibi yayınevlerinin pazarlama stratejilerine ve ürünlerine epeyce seçici davranarak yaklaşırlar.... :)

Anti-kahraman deyince aklıma ilk gelenler, Corto Maltese, Ken Parker, Mister No, Teks, Büyülü Rüzgar... Ama tabii ki yıllar önce elimizden düşmeyen "atlara fısıldayan adam" Jeriko ya da İncil'den fırlamış katil ruhlu dedektif Judas da kuşkusuz unutulmazlar arasında...

Örneğin Corto Maltese’in "Bu hayatta kimseye verilecek hesabım yok. Korktum ve ölmemek için kaçtım" demesi, Ken Parker'ın Montana dağlarında kamp kurduğu gecelerde ateşin başında Edgar Allen Poe okuması, Mister No'nun Amazon ormanlarında "şehir kaçkını flaneur" gibi takılıp New York'a geldiğinde Jack Kerouac'la bira içmesi, Teks'in gözükara idealistliği, anti kahramanları samimi ve sempatik yapan özellikler arasında sayılabilir...

Tabii ki ele aldıkları konu itibariyle Martin Mystere ve Dylan Dog'un da özel bir ilgiyi hak ettiklerini belirtmek lazım... En azından senaryo yazarlarının edebiyat, sanat, tarih ve kültürel antropoloji konusunda ince ince disiplinlerarası araştırmalar yapıyor olmaları ve “öykü anlatmanın plastiğine hakim olmaları” bile yeterli bir cazibe unsuru...

Arketipler: Evrensel Semboller...

Dünyanın yaklaşık 100 yıl önce Carl Gustav Jung sayesinde haberdar olduğu “arketip” kavramı, bugün "rüyalarımızdaki sembollerin analizi yoluyla psikolojik tedavi"nin çok ötesinde, bazı pazarlama iletişimi uzmanlarının da gündemini meşgul ediyor...

Arketipleri kısaca, “kolektif bilinçaltımızın yapıtaşları olan evrensel iletişim sembolleri" biçiminde tanımlamak mümkün...

Farkında olmasak da, gündelik hayatla kurduğumuz iletişimin önemli bir bölümünde arketipleri ya da onların "değişime uğramış sembollerini" kullanıyoruz:
Örneğin, bin yıllardır tüm masal ve efsanelerin vazgeçilmez unsuru olan “sihirli değnek”in günümüzdeki karşılığının iPod olduğu iddia edenler hiç de az değil:

Çünkü tek dokunuşla gerçek dünyadan kopup masalsı bir mutluluk dünyasına geçiş yapabilmek, yani kendimize bir "escapist world" yaratabilmek, insanların en eski hayallerinden birisi. Bugün iPod'un düğmesine dokunduğumuz anda, kendimize kalabalık içnde bir özgürlük alanı yaratabiliyoruz (tıpkı televizyonun kumanda aletinin de “tek dokunuşla dünyamızı değiştiren” sihirli değnek olması gibi)...



Jung, içinde yaşadığımız kültür, zaman ya da coğrafyadan bağımsız olarak, her bireyin mutlaka bir şekilde paylaştığı bir “kolektif bilinçaltı” bulunduğunu iddia ediyordu.
Dinlediğimiz / anlattığımız hikayeler, farkına vardığımız her türlü mesaj, düşlerimiz ve inançlarımız hepsi bir araya gelerek, zihnimizin derinliklerinde bir yerde "ortak paydalar, ortak kavramlar" oluşturacak biçimde birikiyordu... Örneğin, "masum ve cahil genç kız – bilgisini kötü niyetli kullanan cadı", "iyilik uğruna suç işleyen kahraman – dostunu satan hain", "kuralları koyan kral – onu eğlendiren soytarı" gibi arketiplere, yani kim olursak olalım gündelik davranış ve ilişki modellerimize bir biçimde yansıyan evrensel karakter kalıplarına ve iletişim sembollerine ulaşıyordu.

Bugün modern pazarlama iletişimde arketiplerin önemi de, tüketicileri davranış modellerine ve markalarla kurdukları ilişki türlerine göre gruplarken, herkesin kolayca anlayacabileceği ortak kişilik özellikleri ve ortak değer yargılarını sembolize eden evrensel karakterler olarak kullanılmalarına dayanıyor.

Tabii ki tüm matematiksel / kantitatif verileri bir kenara iterek, yalnızca arketipler yoluyla tüketici davranışlarının tamamını açıklamaktan bahsetmiyorum... :)
Tüketicilerin satın alma kararlarının hangi mekanizmalara dayandığını anlamaya çalışırken, arketipleri yalnızca ikincil seviyede analiz desteği sağlayan yardımcı bir araç olarak kullanmakta fayda var... :)

Tüketici davranışlarında en sık gözlenen değer yargısı mekanizmaları, iki ana eksen etrafında biçimleniyor:

1) Macera ve değişim arayışından başlayıp güvenlik duygusu ve muhafazakarlığa uzanan eksen.

2) Vicdan ve fedakarlık duygusundan başlayıp bencillik ve kişisel başarı arayışına uzanan eksen.

Bu iki eksenin (resimdeki mor çizgiler) etrafına, pazarlama iletişiminde en çok karşımıza çıkan on adet arketipi yerleştirelim şimdi:



Efsane, masal, tarih falan derken, birden bire pazarlama, sosyoloji ve psikolojinin iç içe girdiği bu analizde şimdi biraz daha derinleşmek ve tek tek bu arketiplerin gündelik hayatımızdaki karşılıklarından bahsetmek gerekiyor...

Storytelling: Neden ve nasıl tasarlamalı şu öyküleri...



“Whether on the big screen, on TV, in novels, on stage and in ALL creative work of communications, everything works in the shadow of classic story design.”

- Robert McKee –

Öykü anlatmak, pazarlama iletişiminde hedef kitleyle marka arasında duygusal yakınlık kurmayı kolaylaştıran ve marka imajının gücünü, hatırlanma seviyesini artıran en temel yaratıcı yöntemlerden biri...
Öykü anlatmanın plastiğine hakim olan insanların iyi reklamcı olması da bir rastlantı değil...

İki yıl önce İstanbul’a seminer vermek için gelen Robert McKee’ye göre “Sinema, TV, roman ya da tiyatro eseri olması hiç fark etmez, iletişim kurmaya dayanan tüm yaratıcı eserler işlerini klasik öykü kurgusunun gölgesi altında yaparlar.

Hepimiz biliyoruz ki, iyi tasarlanmış bir öyküde ana tema, kahraman, düşman, sürpriz gerilim, merak unsuru, gerilimin giderilmesi, mekan ve kişi anekdotları gibi temel malzemelerden öyle ya da böyle, uygun miktarda bulunur mutlaka:

Zaten bütün mesele, tüm plastik sanatlarda olduğu gibi, elimizdeki malzemeleri eğip büküp karıştırarak kendi orijinal kurgumuzu yaratabilmekte...

Bu noktada, önümüzdeki işe "disiplinlerarası" gözlerle bakabilmenin önemini vurgulamak istiyorum:

Örneğin, öykü tasarlama yöntemi üzerine düşünürken, sezgisel olarak "memetics", "archetypes" ve "şehir efsaneleri" arasında bir ilişki üçgeni hayal ettiniz diyelim. Hemen aynaya bakıp, "Hmm, bu daha önce yapılmıştı!" diyerek bu üçgene katacak yeni bir bileşen daha arayabilmelisiniz... Çünkü yanılmıyorsam 1965 tarihli "Alphaville" isimli bilimkurgu filminin açılış sahnesinde Godard şöyle buyurmuştu:

"Kimi zaman gerçeklik, sözel iletişime elvermeyecek kadar karmaşıktır. Ama o gerçekliğin etrafında kurmaca bir efsane (= öykü) yaratırsan ve ağızdan ağıza dolaşmasını sağlarsan, başlangıçtaki karmaşık durumun çok sayıda insan tarafından anlaşılmasının ve sahiplenilmesinin de yolu açılmış olur"...

Aylaklık ve Oyun İlişkisi


(kalabalığın ters yönünde yürürken, sosyal hayatı uzaktan seyreder...)
- Edvard Munch, “Karl Johan Kapısı’nda Akşam”, 1892 -

Aylak insan, başkalarından çok kendisi üzerinde çalışır... Sürdürülebilir bir yaşam tarzı olarak aylaklığı seçmenin sonuçlarından biri olarak da, havada uçuşan birtakım niyetler içerisinde gezinirken sokakta, karşısına çıkan rastlantılarla o henüz plana programa dökülmemiş arzuları arasında kurduğu sezgisel bağları herkesten daha çok önemsemek zorunda kalır sürekli…
Çaba ve özen gerektiren bir uğraş olarak aylaklığın kaçınılmaz yoruculuğu, biraz da bu sezgilere yapılan yatırımdan gelir…
Kuşkusuz, sürekli kendisi üzerinde “çalışan” insanların da eğlenmeye hakkı var… ama eğlencenin tanımlarından biri de “kendinden geçmek ve kendini unutmak” olduğu için, aylakların “çalışmadıkları” zamanlardaki eğlencesi, ister istemez gerçekle rüya arasında, “mesafeli tutku” da denilebilecek zamanda-ayrık buluşmalardan ibaret ve yine kendi içine dönük heyecan dalgaları biçiminde yaşanır…
Kendi kendine eğlenmeye çalışan aylak insan, sürekli en az iki kişilik taşır üzerinde mağrurca: Seyreden ve seyredilen
Hayatı seyrederken aynı zamanda kendisinin de başkalarının gözünde “seyredilen bir nesne” olduğunu fark ettiği anlarda utanır sadece, kendi içinde daha derinlere düşer, tutku (ve endişe) mesafesi biraz daha açılır… Aylakların genellikle kendilerini kolay eğlendirebilmeleri biraz da bu utancı kendilerine yakıştırmalarındandır…
En basitinden, "şu hayatta kesintisiz huzur hali arıyorum" diyen fuzuli tiplerin nafileliğini "sıfır noktası" aldığımızda ve aylaklar için "kesintisiz ve sürdürülebilir" tek halin belirsizlik olmasından hareketle, aylak insan, eğlenceyi de ciddiye almak zorunda kalır: Tıpkı huzur gibi, eğlenceyi de ancak "zamanda ayrık" ve yine uçucu kaçıcı algılamalar halinde yaşayabileceğini “sezinler” çünkü…

Aylak, şehrin sokaklarında hareket ettikçe, kafasında yarattığı ipuçları, işaretler ve ritüellerin “gerçekleşme” ihtimalini yükseltir: Kendisini ya da çevresini aslında olduğundan başka bir şeye “dönüştürme umudu”, güvensiz ve tekinsiz bir mesafeden seyrettiği hayata müdahale kabiliyetinden mütevellit bir matematik bilmecesidir, ciddiye alınan bir oyundur artık onun için…

Sürdürülebilir tek sosyalleşme biçimi oyun oynamaktır belki de, kim bilir...

14 Temmuz 2009 Salı

Pepsi cephesinde promosyon ve imaj muharebesi

Satışları dönemsel olarak artıracağı apaçık ortada olan promosyon kampanyaları ile marka kimliğinin vurgulandığı imaj kampanyaları arasında doğru bir denge kurmak, birçok reklamverenin zorlandığı bir konu... Bazı pazarlama müdürlerindeki “bir taşla iki kuş vurmak” beklentisinin patronlar tarafından “pratik zeka” olarak algılandığını hep duyarız... Aslında “Öyle bir imaj kampanyası yapalım ki, satışlarımızı da hemen artırsın” ya da “Öyle bir promosyon kampanyası yapalım ki, hem herkes bize koşsun hem de marka kimliğimiz zarar görmesin” biçiminde bir pazarlama stratejisi olmaz, bu olsa olsa bir temenni “wishful thinking” olur... Bu temenni tutar ya da tutmaz bilemem tabii ama, marka yönetimi de pek öyle şansa bırakılacak bir konu değildir sanki... Bu arada, hiçbir reklam ajansı da müşteriden böyle bir brief gelince kolay kolay “Yok kusura bakmayın, sizin bu temenniniz stratejik olarak yanlış” diyemez tabii, istenen işi en iyi şekilde yapmaya çalışır... Eğer kısa vadede başarılı olan promosyon kampanyası uzun vadede marka kimliğine zarar verirse, reklamveren tarafındaki pazarlama yönetiminin zihniyeti değişmediği sürece, bu durumu düzeltmek için yine (yeni yeniden) bir reklam ajansının kapısının çalınacağını da herkes bilir... Ama öte yandan, bugün tartıştığımız “Seda Sayan ve Pepsi” fenomeni açısından, reklam ajansı kendisinden somut olarak istenen “kısa dönemde satış artırmak” brief’i karşısında kendi adına iyi bir çözüm önermiş gibi görünüyor.

Farklı hedef kitleler arasında yeni kesişim bölgeleri
Promosyon kampanyalarının sadece “sadık – tanıdık – yakın yaşayan” hedef kitle içerisinde ve birincil rakipler karşısında satış artışı elde etmek amacıyla yapılmak zorunda olmadığını, pekala yeni hedef kitlelere ulaşmak ve rekabette ikincil konumdaki rakiplerin topraklarına uzanmak amacıyla da yapılabileceğini hepimize hatırlatan ilginç bir vaka oldu bu “Seda Sayan fenomeni”... Geçenlerde FF’deki bir tartışmada, “kültürel değerler açısından birbirinden ayrılan hedef kitlelerin “popüler kültür” çerçevesinde pekala buluşabileceğini” savunmuştum: Coca-Cola Müslüm Gürses aracılığıyla, Pepsi de Seda Sayan aracılığıyla, ilk bakışta Cola Turka tüketmesi beklenen (ya da genelde kolalı içecek meraklısı olmayan) insanlara bir şeyler anlatmaya çalışıyor... Başka bir deyişle, reklamcılarımız, hedef kitleleri ve “kimlik kodları” farklı olan markaları “popüler kültür” çerçevesinde buluşturarak, markalar arasında yeni “kesişim bölgeleri” yaratmaya çalışıyorlar: Böylece marka, cepheyi genişleterek uzaktaki rakibin topraklarına (ya da keşfedilmemiş yeni topraklara) göz dikebiliyor, oradaki hedef kitleye de bir kapı açıyor.


Pepsi.com.tr'nin ana sayfasındaki "genç hedef kitle canlandırması"

Ama bu bahsettiğim durum, Pepsi’nin Coca-Cola ile rekabet etmekten tamamen vazgeçtiği anlamına da gelmiyor tabii ki... :) Mevcut “gençlik kültürü” ile Seda Sayan’ın sultanlık yaptığı “alternatif kültür” arasında, kesinlikle biri diğerinden daha üstün ya da daha aşağıdır diye bir yargılamaya girmeden, sadece “farklılık”ı ve “çoğulculuk”u vurgulayan bir genişleme çabası olarak değerlendiriyorum bu olan biteni... Bu promosyon hengamesi bittikten sonra, Pepsi’nin marka değerlerini anlatan bir imaj kampanyasında Seda Sayan’ın yeri olmayacağını (olmaması gerektiğini) hepimiz tahmin ediyoruz: Pepsi’nin temel hedef kitlesine ve yeni gönlünü çaldığı insanlara ne gibi “marka hikayeleri” anlatacağını, nasıl anlatacağını merakla bekliyorum açıkçası... :)

Ajansın sorumluluğu / Marka yöneticilerinin sorumluluğu
Yukarıda bahsettiğim “cephe genişletme” yaklaşımını şimdilik doğru varsayarsak, yani gerçekten markanın planı buysa, bu amaca ulaşmak için biraz risk almanın kaçınılmaz olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz... Öte yandan, bu kampanyanın sadık Pepsiciler nezdinde yarattığı sakıncanın çok da telafi edilemez düzeyde olduğunu düşünmüyorum açıkçası. Örneğin, “Yeni Neslin Seçimi” sloganının tarif ettiği en karakteristik Pepsi tüketicisi gençler bile, bu “promosyon atraksiyonunu”nun kriz dönemine özgü dönemsel bir şey olduğunu çok geçmeden fark edeceklerdir sanıyorum... Geçenlerde Pepsi’nin bir yetkilisi bir gazeteciye Seda Sayan’ı tercih etmelerinin sebebini açıklarken, “DNA'mızdaki kodlar değişmedi” iddiasını vurgulamıştı. Kuşkusuz burada tartıştığımız riskin onlar da farkındadır ve zamanı gelince yapacakları yeni imaj filmleriyle tartışmaların rengini değiştireceklerdir muhtemelen. Bu arada, bugünkü kampanyayı “markamız bize ihanet etti / Pepsi artık annemizin kolası oldu” biçiminde algılayıp markaya ebediyen küsecek “iflah olmaz fanatik” tüketiciler çıkarsa, onları da şimdilik kendi haline bırakmak lazım sanki...

Mantıklı tepki / İçgüdüsel refleks
Son olarak, şu “popüler kültür” çerçevesinde buluşma meselesinin epeyce fazla insanı kapsayıcı, epeyce geniş tahammüllü bir “ortak uzlaşma zemini” olduğunu düşünüyorum. Birtakım gençlerin Müslüm Gürses’i Coca-Cola reklamında görünce gösterdikleri sempati ve tahammülü Seda Sayan’dan esirgemiş olmalarının sebebini tam olarak bilmiyorum tabii, fakat bu işlerde mantıklı sebep-sonuç ilişkileri aramaktansa, duygusal tepkiler / içgüdüsel refleksler düzeyinde anlamaya çalışmak daha gerçekçi olurmuş gibi geliyor bana. Örneğin, hepimizin yakın çevresinde, ailesinde vs. “Seda Sayan hayranı olmasını anlayışla ve hoşgörüyle karşıladığımız” en az bir iki kişinin bulunduğunu varsayarsak, onlara gidip de örneğin, “Sabahın dokuzunda göbek atarak güne başlayana deli denirdi eskiden, şimdi normal ev kadını davranışı oldu” anlamına gelen sivri bir eleştiriyi dile getirmenin pek yapıcı bir iletişim denemesi olmayacağını hepimiz biliyoruz... :) Popüler kültür ikonları herkesin marka tercihlerini etkileyemez tabii, ama herkesin gündelik hayatının kıyısından köşesinden bir şekilde teğet geçerek, uzaktan da olsa bir tür “mesafeli tanıdıklık” ya da “mesafeli tahammül” gibi bir algı yaratırlar: En fanatik / en cool Pepsici gençlerin bile reddetme / dışlama gibi duygusal tepkilerinin şiddeti, zaman içerisinde yumuşayarak normalize olacaktır, diye düşünüyorum... :)

7 Temmuz 2009 Salı

Market Markalı (Private Label) Ürünler

Nielsen Türkiye’nin geçen ay bir basın toplantısıyla duyurduğu “Turkey Crisis Deck - 2009 Q1” sunumunu nihayet etraflıca okuma fırsatım oldu geçen hafta. Bu sayede hızlı tüketim ürünleri (FMCG) pazarındaki gidişatın son durumuna bakarken dikkatimi çeken şeylerden biri de, düşük ve orta gelirli tüketicilerin indirim marketlerine ve “market markalı” (private label) ürünlere gösterdiği ilginin yükselişiydi... Görünen o ki, bu ilgi yalnızca ekonomik kriz dönemlerinde yaşanan mecburi bir eğilim olmanın ötesinde, son on yıldır genel olarak yükselen bir grafik sergilemekte...

Gerçi “market markalı” ürünler, en büyüğünden en küçüğüne kadar tüm marketlerde farklı yoğunluklarda karşımıza çıkıyor, fakat ağırlıklı olarak boy gösterdikleri yerlerin indirim marketleri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz... Örneğin, hipermarketlerdeki “market markalı” ürün oranı şu anda yalnızca %4.4 düzeyinde: Genel olarak büyük süpermarketlerde “üretici markaları”nın tartışmasız egemenliği sürüyor. “Market markalı” ürünler asıl ağırlıklarını “discounters” olarak da bilinen indirim marketlerinde gösteriyorlar demiştik: Örneğin 2008’in ilk çeyreğinden 2009’un ilk çeyreğine kadar, ürün gamı içerisinde “market markalı” ürünlerin payı, bir “hard discounter” olan BİM’de %60.3’ten %62.6’ya, “soft discounter” olan Şok, DiaSa ve Endi’nin toplamında ise %25.1’ten %27.9’ya çıkmış...


Migros Bütçem Süt – BİM Dost Süt

Tüketicilerin indirim marketlerini ve oraların alamet-i farikası olan “market markalı” ürünleri tercih etmesinin ilk nedeni, fiyatların “üretici markaları”na göre %15-40 oranında daha ucuz olması tabii [“üretici markaları” = “market markaları” dışında kalan, herkesin bildiği yaygın “orijinal” markalar]. Fakat burada ilginç olan şu ki, “market markalı” ürün uygulaması, on yıl önce ilk yaygınlaşmaya başladığında kendini yalnızca fiyat avantajıyla konumlandırmışken, zaman içerisinde tüketicinin algısında “fiyat avantajı – tatmin edici kalite düzeyi – marketin ismine duyulan güven” gibi kriterler biraraya geldikçe, farklı bir konumlandırma kazanmaya başladı. Birkaç yıldır artık yalnızca gıda ürünleri kategorisiyle sınırlı kalmayıp yavaş yavaş kişisel bakım ve ev temizliği kategorilerinde de varlık gösterir olmaları, bunun en iyi kanıtı: İndirim marketlerindeki toplam FMCG satışlarından “market markalı” ürünlerin aldığı payın kategorilere göre dağılımı, gıdada %15.4, kişisel bakımda %13.8, ev temizliğinde %15.1 biçiminde gerçekleşmiş 2009’un ilk çeyreğinde...

Fiyat – risk dengesi
Normalde, tüketicinin algısında her kategorinin doğası gereği, fiyat duyarlılığı ve ürünün riskli olma ihtimali arasında farklı dengeler kurulması beklenebilirdi. Ama bu %15’ler 14’ler düzeyinde gezen son rakamlara bakarak, tüketicilerin her üç kategoride de “market markalı” ürünlere aşağı yukarı aynı seviyede güvendiğini söylemek mümkün. Anlaşılan, risk algısı düşük ve fiyatı da ucuz bir ürünün üzerinde (henüz yeterince iletişim yapmadığı için) çok tanınmayan bir “üretici markası” görmektense, tanınmış bir marketin ismini marka olarak görmek, kimi tüketiciler için daha fazla güven veren bir alternatif olabiliyor.

Nielsen’in verilerine göre, bugün tüketicilere sorulduğunda, “Market markaları, çok kısıtlı bütçesi olan tüketicilere hitap ediyor” diyenlerin oranı %63 iken, “Market markalı ürünlerin kalitesi, herkesçe bilinen markalı ürünlerle aynı seviyede” diyenlerin oranı %61. “Genel olarak marketin kendisi ne kadar kaliteliyse, içerisindeki market markalı ürünlerin kalitesi de o kadar iyidir” diyenlerin oranı %57. “Alışveriş sepetinde çok sayıda market markalı ürünler bulunan tüketicilerin akıllı olduğunu düşünüyorum” diyenlerin oranı ise %36.

Minimum (ya da optimum) reklam ve iletişim bütçesi?
Kuşkusuz, indirim marketlerinin stratejik olarak bundan sonra da “fiyat avantajı – risk algısı” dengesine yatırım yapmaya ve ürün kalitesini daha da yükseltmek için çalışmaya devam etmeleri gerekiyor... Tüketici, ödediği fiyat karşılığında elde ettiği “rasyonel ve duygusal fayda” toplamına bakarak “ürün değeri”ni algılar. İlk algıda “rasyonel fayda” vaadini yerine getirecekmiş gibi görünmesi yeterli olan “düşük riskli” ürünlerde, marka ismine karşı kayıtsız davranmak daha kolay olabilir belki. Ama tüketicilerin ince eleyip sık dokuyarak satın aldıkları “riski yüksek” ürünlerde “market markalı” olanların benimsenmesini sağlamak daha zor bir süreç... Ayrıca tüketicinin yalnızca “rasyonel fayda” ile yetinmeyip “duygusal fayda”yı da önemsediği ürünlerde ise, “market markalı”ların yaygın “üretici markaları” karşısındaki hareket alanları epeyce dar:

Çünkü “duygusal fayda” yaratmanın yolu marka iletişiminden geçiyor ama, zaten “market markalı” ürünlerin çoğu da, doğaları gereği, iletişim bütçelerinin sıfırda ya da minimumda tutulmaları sayesinde varolabiliyorlar... Onların evreninde, ürünlerin ambalajı ve tanzim-teşhiri, market dekorasyonu, satış danışmanı ya da tezgahtar - kasiyer personelin sayısı gibi unsurlara hep minimum (gibi görünen optimum) bütçeler ayrılıyor...

Farklı bir “marka genişleme” (brand extension) uygulaması
Marketlerin sadece kendi kurumsal markalarıyla ya da yanına yeni isimler de ekleyerek (Migros Bütçem, CarrefourSa Number 1) sundukları bu ürünler, zaman içerisinde tüketicide yarattıkları güvenin artması sonucunda, artık ana markaya (marketin kurumsal markasına) duyulan sadakati de olumlu etkileyen ilginç bir “marka genişleme uygulaması” (brand extension) haline gelmeye başladılar. Market markalı ürünlerin satışlarının yükselmesi, bunların reklamlarının da “minimum bütçeli çizgi-altı tanıtım” seviyesinden çıkıp yavaş yavaş (ama yine küçük bütçeli) çizgi-üstü reklamlarla desteklenmelerini de beraberinde getirdi: Fakat bunlar da gazete insert’lerine ya da TV’deki dönemsel indirim kampanyası duyuru spotlarına yerleştirilmiş birkaç ürün görseliyle sınırlı şu anda...

Bu arada, dünyada “market markası” yaratma denemelerinin bazı ekstrem örnekleri de yok değil. Örneğin, Kanada’daki Loblaw gıda marketleri zinciri, yirmi yıl önce President’s Choice (Başkan’ın Seçimi) adlı “premium sınıf” bir market markası çıkarıyor. Hem ürünlerin kalitesi hem de marka isminin sağladığı “kategorisinin en iyisi” çağrışımı sayesinde, inanılmaz bir pazarlama başarısı elde ediliyor: President’s Choice markası, Loblaw markasını kat kat aşarak, gıdanın yanı sıra telekom’dan finans hizmetlerine kadar uzanan bir fenomene dönüşüyor... :)



-----------------------
Not: Bu yazıya Friendfeed'de yapılan yorumlar buradan izlenebilir...

4 Temmuz 2009 Cumartesi

İkiye bölünmüş hayatlar...

Türkiye’deki dindar kesimin içerisinde belirli bir seçkin grubun “sınıf atlamaya çalışarak kapitalizmle barışma yolculuğu”na çıkması, etraflıca tartışılması gereken bir konu... Son yirmi otuz yılda sermayenin paylaşımında ve yeni para kazanma olanaklarının dağılımında ibrenin kendilerine doğru dönmesi, dindar kesimdeki bu girişimci-esnaf-eşraf grubunu ister istemez evrim geçirerek “ikiye bölünmüş bir hayat” yaşamak mecburiyetinde bıraktı: İnanç ve değer sistemlerinde Doğulu, tüketim alışkanlıklarında Batılı olan, ikili bir yaşam tarzı... Nihayet sermaye biriktirmeye başlayan bu insanlar, nesillerden beri ait oldukları sosyal sınıfın bazı alışkanlıklarını terk edip yavaş yavaş öykünmeye başladıkları burjuva sınıfına ait “tüketim özgürlüğü”nü de yaşamaya başladılar... Ekonomik açıdan üst tabakaya ait bu “azınlık” zengin dindarlar ve onlara öykünen “orta gelirli” geniş dindar kitle, TV’deki reklam filmlerinde kendilerini göremeseler bile, birçok reklamverenin kafasındaki temel hedef kitle gruplarından birisinin de kendileri olduğunu biliyorlar...

Öte yandan, varoşları oluşturan “düşük ve orta gelirli” geniş kitle ise, ki bunlar da yıllardır içinde oldukları şehir hayatına tutunma mücadelesinde en büyük yardımı devletten değil, bilakis ya “hemşehrilik dayanışması”ndan ya da “din kardeşliği dayanışması”ndan görmüş olan insanlardır, kendilerine rol modeli aldıkları “zengin dindarlar” üzerinden dolaylı olarak öykündükleri Batılı tüketim alışkanlıklarıyla da biraz daha dolambaçlı yoldan tanışıyorlar: TV’de seyrettikleri “satın alma tavsiyelerini” gerçekleştirmeyi onlar da istiyorlar tabii, ama bunu ya reklamı yapılan “ucuz ama bizden” görünümlü replika markalı ürünler üzerinden ya da reklamsız haberdar oldukları “markasız ve dolayısıyla ucuz” (private label) ürünler üzerinden yaşayabiliyorlar sadece...

İlginç olan bir nokta da, “kültürel değerler” açısından birbirinden ayrılan hedef kitlelerin “popüler kültür” çerçevesinde pekala buluşabileceğinin, reklamcılar tarafından da son beş altı yıldır fark edilmiş olması... Kabaca örnekleyecek olursam, ilk bakışta Cola-Turka tüketmesi beklenen insanlara Coca-Cola’nın Müslüm Gürses aracılığıyla, Pepsi’nin de Seda Sayan aracılığıyla bir şeyler anlatmaya çalıştığını düşünüyorum: Yani reklamcılarımız, tıpkı Venn diyagramlarındaki gibi bir “kesişim kümesi” (yani farklı hedef kitleler arasında paylaşılan bir ortak bölge) tanımlıyorlar bence... Böylece herkes “inanç ve değerler” çerçevesinde kendi kültürünü yaşamaya devam ediyor, ama bir yandan da “popüler kültür” ve tüketim alışkanlıkları çerçevesinde yeni paylaşım ve kesişim alanları açılıyor önümüzde: Hep birlikte ikiye bölünmüş hayatlar yaşıyoruz... Sonuçta bu da, piyasadaki serbest rekabetin gelişmesi için gayet elverişli bir ortam gibi görünüyor doğrusu... :)

28 Haziran 2009 Pazar

Çizgiromanın Eski Bir Ustası: Milton Caniff


Bant karikatürün iki kez doğduğu söylenebilir. İlki, "kurucu babaların" bu mecrayı tanımlayıp karelerle ilerleme ve konuşma balonu gibi genel kabulleri yerleştirmeleriyle, 1895 sıralarında gerçekleşti. Bir nesil boyunca herkesçe benimsenen ana tema mizahtı ve grafik ifade tarzı da özellikle "komikti". Bant karikatürün ikinci doğumu ise 1930'larda yaşandı: İlk kez macera, gerilim, gerçekçilik, şiddetli devamlılıklar ele alındı ve ilüstratif bir çizim tarzı benimsendi. Milton Caniff, bir sanat biçimi anlamında gerçek bir devrim olan işte bu ikinci dalganın merkezindeydi. Başka birçok niteliğinin yanı sıra, bir karikatürist olarak, çağdaşı olan birçok kişinin ulaşmaya çabaladığı özgün bir vizyona sahipti: Bir ilüstratörden çok, bir eğlence üreticisiydi o. Kendisini tıpkı bir roman yazarı ya da bir film yönetmeni gibi görüyordu. Herkesin devamını merak ettiği hikayeler tasarlarken, mütevazı bir üslupla, "sokakta gazete satmaya çalışan heyecanlı bir çocuk gibiyim" diyordu; ama çizim masasına oturduğu zaman kendisini "koltukta oturan Marco Polo" gibi hissettiğini de itiraf ediyordu. Gerçekten de dünyaları keşfe çıktı, dünyalar yarattı ve onları fethetti.

Gerçekçi devamlılıkların henüz taze bir yenilik olduğu dönemde bant karikatür dünyasına girdiğinde, neredeyse içgüdüsel olarak, yeni bir ifade biçimi benimsedi kendisine. Küçük kareler ve balonların sınırlayıcılığı içerisinde karşı konulmaz derecede çekici hikayeleri nasıl anlatabileceğini iyi biliyordu ve özgün sesleriyle konuşan, yaşayan karakterler yaratbilmek konusunda uzmanlaştırdı kendisini. Desen, karakterler ve diyaloglar, bir çizgiromancının sanatının temel bileşenleriyse, Milton Caniff bu alanların tümünde kendini bir uzman olarak kabul ettirmişti.

Milton Arthur Paul Caniff, Ohio’daki Hillsboro’da 28 Şubat 1907’de doğdu. Doğumundan sadece dört yıl önce Wright kardeşlerin ilk uçaklarını geliştirdikleri Dayton kasabasında büyüdü ve daha lisedeyken bile çizgiromana eğilimli olduğunu belli ettmeye başladı.

Dayton Journal’a dışarıdan katkıda bulundu ve bir zamanların başkan adayı James M. Cox’un sahibi olduğu komşu gazete Miami Daily’de boş vakitlerinde çalıştı. Lisedeyken genç Caniff okul gazetesi için bir bant karikatür yarattı ve mezun olunca da bu bantları Chic and Noodles isimli bir kitapta topladı.

Ohio Devlet Üniversitesi’ne girip güzel sanatlar okuyan Caniff burada çizgiromanın tarihinde dönüm noktası olacak bir konuya ilgi duymaya başladı: oyunculuk. Okul yıllıklarını ilüstrasyonlar ve süslemelerle doldururken, bir yandan da kampus içerisindeki tiyatro faaliyetlerinde başrollerde oynuyordu. Sonradan orta-batı kuşağının ilham kaynağı olacak üslubun sahibi olan Ohio’daki karikatür editörü Billy Ireland’ın bir sözü yüzünden, sahne ışıklarının altında yükselmek fikrinden çoktan caymıştı aslında: “Sen mürekkep hokkana sadık kal genç adam, oyuncular bazen yiyecek ekmek bulamıyorlar.”

Üniversite yıllarında Columbus Dispatch’deki part time işi, 1930 yılında mezun olunca gazetesin sanat bölümünde fulltime kadrolu bir işe dönüştü, fakat kısa süre sonra kovuldu. Büyük Bunalım’ın yol açtığı yıkım gazeteleri vurmaya başlamıştı ve ekonominin bu zor günlerinde “işe son giren ilk kovulur” kuralı uygulanıyordu. Caniff, Ohio State Journal’da çalışmış olan karikatürist arkadaşı Noel Sickles ile birlikte bir çizim atölyesi açtı ve bir yandan da küçük bir tiyatro topluluğunda elinden gelen her işi yapmaya devam etti.
Dispatch’deki işini kaybetmesinden sadece üç ay sonra Caniff, New York’daki Associated Press’den bir teklif aldı. Anlaşılan, AP’nin orta batı büro şefi beğendiği yerel işlerden seçmeleri merkez ofise gönderiyordu, Caniff’in çizim tarzı da merkezdeki editörlerin dikkatini çekmişti.
1932 yılında birilerinden borç para alarak geldiği New York City’de Caniff kısa süre içinde hem şöhretini yaygınlaştırmaya hem de karikatür figürlerinden uzaklaşıp dergi ilüstrasyonlarına yönelen çizim tarzını geliştirmeye başladı. AP’de bir dizi baş döndütücü sorumluluk üstlenmişti: haber ve spor sayfalarını resimlemek; portre ve konu vinyetleri çizmek; kibirli Major Hoople tarzı bir karakter olan Mr. Gilfeather isimli bir kahramana tek karelik maceralar çizmek (bu ismi Al Capp diye bir geçten almıştı); buradaki hikaye sonradan The Gay Thirties başlığıyla sürdürmek (Clare Briggs, H.T. Webster ve J.R. Williams tarafından popülerleştirilen insanlık hali hikayeleri); ve nihayet, çocuklar için Puffy the Pig isimli bir şiir ve karikatür karesi yapmak.

Ardından, 1933’de Caniff’e bir maceraya dayanan bant karikatür çizmesi teklif edildi. Hem yıllardan beri böyle bir bant çizmek isteyen (önceki girişimleri defalarca reddedilmişti) hem de ofisteki fotoğraf rötüşleme gibi angarya işlerden kurtulmak isteyen Caniff, bu fırsatı kaçırmadı. Bandın hedef kitlesi çocuklardı, ama bir yandan da içerisinde aksiyon, macera ve romantizm olacaktı. Dickie Dare isimli bu bantta Caniff macera ve mizah konusundaki üstün yeteneğini sergiledi, - hem de on yıl önce, ikinci dalganın diğer öncüleri olan Roy Crane ve Harold Gray’in maceralı öykülerinden hiç de geride kalmayan bir düzeyde.
Dickie, birçok kişiden daha canlı bir hayal gücüne sahip olmasıyla dikkat çekse de, ortalama bir Amerikalı erkek çocuktu. Başlangıçta bantta işlenen konu, Dickie’nin hayali, efsanevi ya da tarihi kahramanlarla yaşadığı gündüz düşü karşılaşmalardı. Tıpkı Hollywood’yn Little Nemo’su gibi Dickie de Robin Hood’la birlikte ata biniyor, korsanlarla denize açılıyor, hatta İsa peygamberin doğumu sırasında Nasıra kentinde bir hafta geçiriyordu.

Caniff’in sanatsal yeteneği düzenli olarak gelişti ve birkaç ay içerisinde oldukça çekici çocuk bantları çizer hale geldi. Caniff bir çizer olarak olgunlaşırken, bant hikayere de giderek sofistike hale geliyordu. Dickie Dare, Little Orpan Annie ve Baby Thatcher gibi çokuk karikatürleri geleneği içerisinde başlamıştı, zaman zaman tehlike ya da şiddet unsurları içerse de sonuçta çocuklar içindi. Tarzan ve Buck Rogers ise başka bir janra ait görünüyordu. Fakat 1933 ve 1934’de yaşanan dikkat çekici yaratıcılık patlaması, yetişkin odaklı yeni ve heyecan verici çizgi bantkarın zirveye çıkmasıyla sonuçlandı: Secret Agent X-9, Flash Gordon, Red Barry, Brick Bradford. Hatta Tim Tyler’s Luck bile rutin sayılabilecek bir genç erkek çocuk bandı olarak başlamış, sonradan egzotik ortamalarda alttan alta gerçek hayat göndermelerini yapar hale gelmişti.

Caniff sanatını icra ederken iki tane tavsiyeyi kendisine referans aldı: "İlki, gazetede bir köşe çizmenin, çocuklar mutlu olsun diye kağıttan şirin oyuncaklar yapmak olmadığının bana hatırlatılmasıydı. Eğer köşe, gazetenin satışına katkıda bulunmuyorsa hiçbir işe yaramıyor demektir. İkinci tavsiye ise Dispatch'in yönetici editöründen gelmişti: 'Daima gazetenin parasını ödeyen adamı hesaba katarak çizim yap. Eğer babaları gazeteyi satın alıp eve getirmezse, çocuklar senin çizdiklerini asla göremezler.'"

Böylelikle 1934'ün mayıs ayında Dickie Dare'in işlediği konularda keskin bir "ince ayar" yaşandı. Halk kütüphanesinde geçen yine bir gündüz düşü macerasının sonunda Dickie, akşam karanlığında evine doğru yürürken, birden bire üzüntüyle tüm maceralarının sadece hayal ürünü olduğunu kendisine itiraf eder. Tabii ki Caniff yumuşak bir müdahaleyle kahramanını bu dertten kurtarmakta gecikmeyecektir. Birgün Dickie'nin karşısına çıkan hatırı sayılır aile dostu Dynamite Dan Flynn, uzak ülkelere yapacağı yolculuklarda oğullarının da kendisine eşlik etmesi konusunda Bay ve Bayan Dare'i ikna eder.
Birden bire Dickie Dare inandırıcılık ve çekicilik düzeyi yükselmiş yepyeni bir çizgi bant haline gelir. Kahramanımız okurların gözleri önünde silah kaçakçılarıyla, yalan söyleyen, aldatan, adam kaçıran, cinayet işleyen kötü adamlarla uğraşmaya başlayınca, Dickie'nin dünyası hayatın gerçekleri arasındaki yerini alır. Caniff'in çizim tarzı o sıralarda oldukça karikatürvaridir aslında, hala tam anlamıyla gerçekçi değildir, karikatüre özgü abartılar ve form bozulmalarına hala rastlanmaktadır, ama "olduğu gibi" çizmeye doğru kararlı bir çaba da belli olmaktadır.
Caniff ve Dickie’de yaşanan bu değişim için, New York Daily News’daki Captain Joseph Patterson aracılığıyla gelen bir ilham kaynağından daha bahsetmek mümkün. Gazete ve onun içerik pazarlama ajansı, çocuklar için değil, gerçek okur ve gerçek müşteri olan yetişkinler için üretilmiş macera bantları aramaktaydı. Ve Caniff bir yandan Dickie Dare üzerinde çalışırken, öte yandan da sonradan Tery and the Pirates adını alacak yeni bir bant için görüşmeler yapmaya başlamıştı. Efsane odur ki, Patterson Terry adını Caniff’in hazırladığı uzun bir listeden seçmişti ve “the Pirates”ı da konuyu anlatması itibariyle değil, yalnızca ses uyumu açısından hoşuna gittiği için kendisi eklemişti. Gerçi klasik anlamda birkaç korsan da Terry’nin maceralarında boy gösterdiler arada sırada.

Caniff’in ilk Terry bantları Ekim 1934’te yayımlandı ve bu geçiş sanatçının zor günler geçirmesine yol açtı. Dickie’nin son maceraları çıkarken Terry’ninkiler başlamıştı. Zaten Associated Press’den avans almış olduğu için, yeni işvereni olan ajansın telif ödeme günü gelinceye kadar Caniff, iki ayrı işi birden gazetelerde yayımlanıyor olmasına rağmen, bir dönem boyunca parasızlıktan aç bilaç yaşamak zorunda kaldı.
Daha ilginç bir geçiş, çizim masası üzerinde yaşandı. Dickie Dare’in son bölümleri Terry and the Pirates’ın ilk yılıyla belirgin bir benzerlik taşıyordu. Caniff açıkça yeni bandın ilk dönemlerini sevdiği karakterler ve hikaye yapıları üzerinde ince ayarlar yaptığı bir deneme yanılma ve eskiz defteri olarak kullandı. Dickie siyah saçlı bir delikanlıydı, Tery ise on yaşında ve sarışındı. Terry’den yaşça daha büyük olan koruyucusu Dan Flynn İrlandalı, yakışıklı, ama kadınlar konusunda biraz çekingen bir genç adamdı. Onun ikizi (ama sarışın değil esmer) Pat Ryan’dı. Dickie’nin aşkı, Kim Sheridan isimli zengin ve şımarık bir kızdı. Onun Terry’deki karşılığı ise Normandie Drake’di ki, her iki kız da çocukların yetişkin koruyucuları olan delikanlılarla gelip geçici gönül ilişkileri yaşıyorlardı.
İlk bölümde Terry ve Pat (Connie isimli karikatürize bir Çinli ile birlikte) Uzak Doğu'dadırlar. Ve Caniff'in yarattığı atmosfer de, efsanevi Douglas Fairbanks filmlerinin erken bir habercisi gibidir. Böylesine şaşırtıcı, derin ve devrimci bir dönüşümün yalnızca Alex Raymond (Flash Gordon'un yaratıcısı) tarafından sergilendiği o sıralarda, Caniff de bir yıl içerisinde bir gerçekçilik ve duygu başyapıtı yaratacaktı.

Bu evrimin temel faktörü, Caniff'in işyerinde Ohio'dan eski arkadaşı olan Noel Sickles'ın da çalışmaya başlamış olmasıydı. Associated Press, Sickles'ı Scorchy Smith isimli başka bir bandı çizmesi için işe almıştı. Animasyonun öncülerinden Paul Terry'nin kardeşi John Terry tarafından yaratılmış bir havacılık destanıydı bu bandın konusu. Sickles gerçekçi çizimler ve hayatın içinden kahramanlar aracılığyla hikaye anlatmaya kolayca uyum sağladı. Harold Von Schmidt'in Willa Cather'ın Death Comes for the Archbishop'ı için için yıllar önce çizdiği ilüstrasyonlardan etkilenerek, nesneleri hem kontürleri hem de gölgeleriyle tanımlayan gösterişli siyah fırça darbeleriyle, çizgiromana gerçekçilik ötesi ve izlenimci yeni bir anlayış getirdi. Tonlama ve gölgelerle sürekli deneyler yaptı ve bu teknik arayışlarını yıllarca sürdürdü. Sickles aralarında Hemingway'in Yaşlı Adam ve Deniz'inin de bulunduğu birçok önemli eseri resimledi ve yüzyılın en büyük ilüstratörleri arasında yerini aldı.
Sickles'ın arkadaşı Caniff üzerindeki etkisi dikkat çekiciydi. Terry'deki figür ve arka planlar giderek daha gerçekçi hale geldi ve sonunda iki çizer arasındaki fiziksel yaşam ortaklığı verimli bir işbirliğine de dönüştü. Yıllarca Caniff hem kendisinin hem de arkadaşının banlarındaki konuşma balonlarını, kalgrafileri yazdı, Sickles da çizimlerin çoğunun yükünü taşıdı. Sickles Terry'ye destek olmaya ta 1941 yılına kadar devam etti (kendisi Scorchy'yi bıraktıktan çok sonra bile) ve Pat Ryan ile Scorchy Smith'in karakterlerini tıpatıp aynı çizgide geliştirirken de hiç bir itirazla karşılaşmadı.
Her iki sanatçıyı etkileyen başka bir şey de sinemaydı. İşlerini teslim etmeleri gereken en son gün geldiğinde bile bizim kafadarlar Manhattan Doğu Yakası’nda Tudor City semtindeki dailerinden sessizce sokağa süzülüp çevredeki sinemaları dolaşırlardı. Önceleri eğlencesine başladıkları bu hobi sonunda doğrudan işlerini etkilemeye başladı: Caniff’in diyalog ve karakter yaratma teknikleriyle Sickles’ın kompozisyon ve geçiş teknikleri, hep seyrettikleri filmlerden besleniyordu. D.W. Griffith'in ölümsüz filmi Birth of a Nation, defalarca seyrettikleri ve en çok etkilendikleri filmlerin başında geliyordu (işin komiği, bir kuşak sonraki Avrupa sinemasının yönetmenlerinden Resnais ve Fellini de kendi işlerini yaparken Caniff’den etkilendiklerini söyleyeceklerdi).

Terry and the Pirates’daki hikaye sürekliliği ve içerik, 1935’in sonuna doğru öylesine olgunlaştı ve “yetişkinleşti” ki, ne kendi geçmişinde ne de diğer tüm bant karikatürlerde görülmedik boyutlara ulaştı. Kimi zaman daha şiddetli ya da daha egzotik, ama hep daha karmaşık ve daha yetişkin hikayeler oldular. Mesela Pat Ryan’ın Normandie Drake ile yaşadığı bir romantik kaçamak, sık sık yaşandığı gibi, hem ailenin işgüzar teyzesi tarafından yarıda kesiliyor hem de ardından aceleci sevgililer arasında yaşanan bir kavgayla sonlanıyordu. Normandie de neredeyse tamamen inadına, bir sosyete züppesiyle evleniyordu. Burada önemli olan, bir macera dizisinin en azından belirli bir bölümünde, silahlara, yumruklu kavgalara falan yer vermeden, okurların gerçek gündelik hayatında karşılığı olan özgün duygu ve ortamlarıyla ilgili bir hikayenin anlatılıyor olmasıydı. Caniff bant karikatür tarihinde ilk kez empati yeteneğini hikayeye yansıtıyordu ve okurlar da yanıt vermekte gecikmediler.

Caniff’le birlikte bant karikatür karakterlerinin rolü, işlevi ve samimiyeti, yepyeni boyutlara taşındı. Başka bir mizah ya da macera bandında (özellikle de Flash Gordon gibi görselliğin öne çıktığı yapıtlarda) rastlanmayan bir düzeyde, Terry and the Pirates’da güçlü ve çok katmanlı kişilikler rol aldılar. Karakterleri benzer bir özenle tanımlanmış diğer tek bant Little Orphan Annie’ydi, fakat Harold Gray onları başka bir amaç ve anlayışla, insan portresinden çok birer sembol olarak tasarlamıştı.

Caniff zaman zaman hikayelerindeki oyuncuları kendi arkadaşlarından, tanıdıklarından, hatta film yıldızlarından ilham alarak yaratıyordu (söylediğine göre, sinemada seyrettiği filmler ona yalnızca ilham vermekle kalmamış, okurlarına seslenecek tipik toplumsal karakter özelliklerini kestirme yoldan alabileceği birer başvuru kaynağı da olmuştu). Caniff’in ayrıntılı karakter tanımlama çalışmaları, çizgi roman tarihinde bir zirve noktasını oluşturmaktadır.
1940 yılında Çin'de savaş bütün hızıyla devam ederken Terry, Pat ve birkaç arkadaşı, kendierini bu ülkenin ıssız topraklarında terk edilmiş halde bulurlar. Tıpkı kahramanlarımız gibi, Amerikalı bir kadının himayesi altında olduklarını söyleyen çaresiz durumdaki bir grup Çinli savaş yetimiyle karşılaşırlar tesadüfen. Hayatta sıkışıp kalmış durumdaki Ryan'ı kendine hem yardımcı hem de koruma olarak tutmuş olan soğuk karakterli Raven Sherman'ın da aralarında olduğu bu tuhaf grup, Çin ovalarında maceradan maceraya koşar.
Raven isimli bu kadın bir yıl boyunca hikayelerde ya ana aktör ya da arka plan figürü olarak, ama mutlaka varlığını bir şekilde hissettiren gerçekçi bir figür olarak yer alır. Yavaş yavaş sert karakterinin yumuşamasını izleriz, özellikle de bir baltaya sap oılamamaış kaba saba rıhtım işçisi Dude Hennick ile karşılaşıp ona aşık olduktan sonra. Bu zor ilişki Raven'la birlikte büyüyüp değişmiş olan okurların ilgisini çekecektir tabii ki. Ardından gerçek hayatın normal hallerinden biri olmasına rağmen çizgiromanlarda nadiren karşımıza çıkan bir gelişme olur: Raven öldürülür.

Ve tarihe geçen o gün, bant upuzun karamsar havalı tek bir kare olarak yayımlanır: Terry ve üzüntüden yıkılmış haldeki Dude, ıssız Çin düzlüklerinde derme çatma bir mezar yaparak Raven'ı gömerler. Okurlar şaşkınlık içindedirler, hatta şok olmuşlardır; tıpkı hikayedeki karakterler gibi. Bu olay üzerine Caniff binlerce mektup ve telgraf alır, hatta gazetenin ofisine çelenk gönderenler bile olur. Hayatının sonuna kadar Raven'ın her ölüm yıldönümünde Caniff okur mektupları almaya devam edecektir. Bütün bunlar bir günlük gazetenin küçücük bir köşesi için çizilmiş birkaç resim ve kelimenin yarattığı etkidir. Caniff'in eli değdikten sonra çizgiroman denilen şey, Amerikan kültürel hayatının yeni unsurlarından biri olarak yerini perçinlemiştir.

Caniff’in kişilikleri yansıtmada kullandığı temel araç ne yüz ifadeleri ne de vücut diliydi, am bu iki unsuru da ustaca kullanarak yarattığı diyaloglardı. Karikatürün doğumundan bu yana karakterlerine bireysel “sesler” kazandıran ilk çizerdi (Harold Gray’in istisnai durumunu saymazsak); kendilerine özgü konuşma kalıpları, aksanlar, tuhaf ünlem sesleri ve orijinal mimiklerle onun kahramanları ete kemiğe bürünüyorlardı. Bazen hayatın anlamına dair derin laflar ediyor bazen de son derece yüzeysel konuşuyorlardı, ama her durumda, gerçek hayatta karşılığı olan ve kendilerine özgü bir ses tonları oluyordu. Caniff belki de sinema filmlerindeki diyaloglardan ilham alıyordu, ama Terry’yi üretirken kulaklarının da en az elleri kadar yetenekli olduğunu kanıtlamıştı.
1943 yılına gelindiğinde Amerika’nın savaşa girmesiyle artık Terry’de askerdedir. Eski akıl hocası Pat Ryan’ın yerini Albay Flip Corkin (adı Ohio State günlerindeki eski bir arkadaş olan Albay Phil Cochran’dan gelir) almıştır; ve gazetenin bir pazar günkü sayısında Terry’ye savaş hakkında baba nasihatları verirken görürüz onu: Ortalama bir erkeğin vatandaş olarak savaştaki rolü ve dayandığı toplumsal değerlerden bahseder. Hiçbir aksiyonun yer almadığı, sözel monologdan oluşan bir “konuşan beyinler” sayfasıdır bu. Öte yandan bir düzyazı başyapıtıdır, sanki II. Dünya Savaşı için yazılmış bir Gettysburg Hitabesi (Abraham Lincoln’ün 1863 tarihli, ünlü konuşması) sayılmayı hak edecek kadar heyecanlandırıcı ve samimidir. Başkan Roosevelt’in Dört Özgürlük konuşması ya da efsanevi savaş muhabiri Ernie Plyle’ın haberleri ya da Frank Capra’nın Why We Fight filmi gibi, karşı konulmaz ve etkileyiciydi. Tam metin olarak Kongre Kütüphanesi’ne kabul edilen ilk bant karikatür buydu.

Bu özel pazar sayfasını bu kadar başarılı yapan şeylerden biri de çizimlerin niteliğiydi. Birbirini takip eden yüzler göstermek yerine Caniff, bakış açısını radikal ve dramatik hareketlerle gezdirmişti. Caniff’in çizgiromana getirdiğ diğer bir temel yenilik de buydu. Kuşkusuz ki sinemadan etkilenmişti tabii, hikayenin içine işlemiş gizli aksiyonları vurgulamak amacıyla, tıpkı bir kamera gibi, yakın çekimlerden geniş açılara, silüetlere, tepe çekimlerine kadar her şeyi karelerinde kullanmıştı. Böylece güçlü bir hikaye, karakterlerin kişilikleri, çarpıcı diyaloglar ve başarılı çizgiler hepsi bir orkestranın üyeleri gibi bir araya gelerek, bir bant karikatür oluşturmuşlardı. Oysa o güne kadarki birçok çizer, bu bileşenlerin yalnızca bir iki tanesine ağırlık vermekle yetinmişlerdi.

Sickles ve Caniff'e özgü çizim tekniği hem okurların ilgisini çekmişti hem de çizgiroman mesleğinde iki sanatçının işbirliği yapmasını profesyonel gündeme taşımıştı. Fırçayla yaptıkları siyah-beyaz kontrastı ağırlıklı teknik, aslında çizimi daha kısa sürede tamamlamak gibi basit bir ihtiyaçtan doğmuştu. Öte yandan, gölge, tarama ve dokuları öylesine izlenimci bir yaklaşımla çiziyorlardı ki, orijinal iş bir gazete köşesinde basılacak şekilde küçültüldüğünde, ortaya tıpkı fotoğraflardaki gerçekçiliği yakalayan bir efekt çıkıyordu. Böylece bütün bir kuşak çizerler, yaptıkları işlerde "Caniff tarzı"nı yakalamak için çalışmaya başladılar.
1936 ve 1941 arasında Terry and the Pirates'da ele alınan hemen her karakter okurların ilgi odağı olmayı başardı. Caniff bu dönemde çok sayıda kadın karakter yarattı ve cinselliği bazen üstü örtülü bazen de daha açık bir üslupla karelerine taşıdı. İlk akla gelen kadın karakterler arsında ateşli, fettan ruhlu Burma, April Kane, Taffy Tucker, Hu Shee, Rouge ve Nasthalia (Nasty) Smythe-Heatherstone sayılabilir. Ama tüm gerçekçilik işaretlerine rağmen Terry bu ilk yılları boyunca hala egzotik mekanlar, tuhaf kanun kaçakları (örneğin Captain Judas ve Charles Laughton'dan ilham alan Sandhurst) ve seksi kadınlarla dolu bir fantazi dünyası anlatıyordu aslında.

Amerika'nın ikinci dünya savaşına girmesi bütün bunları değiştirdi. İçinde getçek "korsanlar" olan gerçek savaş, Terry and the Pirates'ın o güne kadar eksik olan sahicilik tarafını tamamlayabilir, Caniff'in olabildiğince gerçekçi tutmaya çalıştığı hikayelerine bir belgesel tadı da ekleyebilirdi böylelikle. Ama beklendiği gibi olmadı: Terry'deki -ve Caniff'in diğer tüm işlerindeki- o büyülü atmosfer, aslında romantik, ötedünyalı ve gözü kara bakış açısının nefes almasını sağlayan temel pencereydi. Bu özgün unsur, belki de Caniff'in yarttığı en güçlü karakter olan, hatta Terry'den bile daha keskin bir kişiliğe sahip Dragon Lady'de açıkça ortaya çıkıyordu.

Dragon Lady, farklı alt-anlamları bir araya getiren orijinal bir yaratımdı. Kötülüğün vücut bulmuş hali ve art niyetli bir yarı-Doğulu gizli gücün, insanı çaresiz bırakan, baştan çıkarıcı bir güzellikte boy göstermesi, usta işi bir yaratıcılık örneğiydi. Gerçekten de, eğer tüm kötülükler çirkin yüzlerle karşımıza çıksalardı, günah işlemeyi reddetmek daha kolay olmaz mıydı? Ama savaş yılları söz konusuydu ve Caniff bir seçim yapmak zorundaydı. Dragon Lady eskiden yaptığı gibi, Çin'in düşmanlarıyla (Amerika'nın düşmanları değil) işbirliği mi yapacaktı, yoksa Çinliler'in tarafını mı tutacaktı? Sonuçta "kötülüğün temsilcisi" imajının yaralanması uğruna, ama olabildiğince perde arkasında durmaya çalışarak, okurun gözüyle iyi adamlar kimse onların tarafına katıldı. Ve beklenen gelişme yaşandı. Caniff'in baştan beri anlattığı yasa tanımaz kabadayıların dünyası yerini askeri konuların işlendiği, vatani sorumluluk duygusunun propagandasının yapıldığı hikayelere bıraktı.

Caniff'in ötedünya meselelerine değil belki, ama egzotik dünyalara gösterdiği son ilgi patlaması, ironik biçimde, savaşın en yoğun günlerinde ortaya çıktı. Üniforma giyip bizzat askere gitmeyen Caniff, ülkesinin verdiği savaşa çizgileriyle ve özel projeleriyle hizmet etti: sadece askerlere dağıtılan kışla bültenlerinde yer almak üzere, Terry'nin normal gazetelerde hiç yayımlanmamış özel (ve biraz daha açık saçık) maceralarını çizdi. Bağlı olduğu News Syndicate, telif hakkı uyuşmazlığı yüzünden buna itiraz edince de, Male Call Starring Miss Lace isimli yepyeni bir bant ve yeni karakterler yaratmakta gecikmedi.
Eğer politik konular karikatüristi Thomas Nast'i Başkan Lincoln'ın sözleriyle "Kuzey'in en başarılı askere alımdan sorumlu çavuşu" sayacak olursak, Milton Caniff de hiç kuşkusuz, II. Dünya Savaşı boyunca Amerika'daki en başarılı moral subayıydı. Yarattığı yeni bant baştan sona askeri hayatın iç yüzüyle ilgili esprilerle doluydu ve elden ele dolaşıyordu. Birkaç yüz defa kışla bültenlerinde yer aldıktan sonra, iki kez de kitap formatında yayımlandı.

1945 yılında Caniff bağlı olduğu telif ajansını değiştireceğini ve yeni bir bant karikatür yaratacağını açıkladı. Cesur bir hamleydi bu, artık herkesçe kabul edilmiş olan başarılı bir kariyerden gönüllü olarak emekliye ayrılıyordu; ama aslında Caniff fethedecek yeni dünyalar arıyordu sadece. Tam olarak da, yaratıcılık sürecinde daha fazla söz sahibi olabileceği ve telif hakkı gelirlerinden de daha fazla pay alabileceği bir ortam arıyordu. Liberal görüşlü zengin işadamı Marshall Field'in (King Features Syndicate'in dağıtım ağının da yardımıyla) yayımladığı gazetelerin amiral gemisi olan Chicago Sun-Times'a transfer oldu ve Steve Canyon isimli yepyeni bir bant yarattı.

19 Ocak 1947 günü yayın hayatına başlayan Canyon isimli kahraman, savaş sonrası dönemde kendisini “göklerde gezen lejyoner ruhlu işadamı” gibi gören eski bir hava ikmal pilotudur (bu arada Terry, George Wunder isimli sanatçı tarafından çizilerek 1973 yılına kadar devam etmiştir). Böylelikle Canyon dizisi, Caniff’in içindeki dünyayı dolaşmak ve hayatı kendi kurallarına göre yaşayan sert insanlardan olmak eğilimlerini, kahramanları aracılığıyla ve zamanına göre de epey yüksek teknolojili biçimde karşılamış oluyordu. İlk hikayeler heyecan vericiydi ve sanatçı, çoğu kadınlardan oluşan unutulmaz bir kahraman kadrosu kurmaktaki başarısını bir kez daha kanıtlamıştı: Felaket habercisi Copper Calhoun, Poteet Canyon, Herself Muldoon, Miss Missou, Princess Sunflower, Madame Lynx ve Doe Redwood gibi…
Sonra yeni bir savaş Kore’de başladı ve ardından da Vietnam’da derken, ‘50’lerden ‘70’lerin sonuna kadarki dünyanın değişmez arka fonu olacak Soğuk Savaş’ın hiç bitmeyen alacakaranlığı kaplıyordu ortalığı. Canyon yeniden askere çağrılmıştı ve sık sık üniformayla boy gösteriyordu maceralarında; hatta bir ara CIA için bile çalıştı. En iyimser okurların gözünde bile Canyon artık haftanın yedi günü tekrarlanan bir “askere alma afişi” giydi artık. Daha kötümser okurlar ise Caniff’in Terry and the Pirates döneminde başarıyla sergilediği o büyülü “macera, karakter ve diyalog yaratma” formülünü artık kaybettiğini düşünüyorlardı.

Artık hikayelerin çoğu zekice kurgulanmış olmaktan çok, kafa karıştırıcı bulunuyordu. Caniff yarattığı karakterlerle oyunlar oynamaya başlamıştır artık. Okurlar yeni tanıştıkları her karakterin isminin gerçek hayattaki birisinin karikatürize edilmiş kelime oyunu versiyonu olup olmadığını düşünmeye başladılar. Diyaloglar da hem gerçek hayattaki doğallıktan çok, sanki sahnede söyleniyorlarmış gibi bir rotaya girmişti hem de mizah dozu gözle görünür biçimde yükselişe geçmişti. Son olarak Caniff’in çizimleri de Terry’deki göz alıcı manzaralar ve duygusal yakın planlarla karşılaştırıldığında, epey statik ve rutin bir görünüme girmişti. Bu durumun sebeplerinden birisi de son asistanının (yıllar içerisinde birçok yardımcısı olmuştu) çinileme işini yapmak yerine ilk kurşunkalemleri çizmesi, Caniff’in de bütün kompozisyon ve bakış açısı ayarlamalarını bu taslak üzerine oturmasıydı. Macera bant karikatürlerinin gazeteler tarafından reddedildiği 1970’li ve ‘80’li yıllardaki bir dönem boyunca Caniff de daha hafif hikayelere yöneldi, Canyon’ın yeğeni Poteet ve onun tuhaf arkadaşı Bitsy Beekman’ı öne çıkarttı. Ayrıca Canyon’ı Summer Olsen isimli bir kadınla evlendirerek, hikayedeki pek çok maceraperest gerilim unsurunu rafa kaldırdı.
Caniff’in Steve Canyon işlerinin son yıllarındaki, -sanatçı 3 Nisan 1988’de öldü-, tek egzotik macera izleri, Steve’in kendisini tarihi yolculuklar yaparken ya da eğlenceli maceralara atılmış olarak bulduğu uzun rüya sahneleriydi. Böylece Steve Canyon’ın son bölümlerinin “havada kalmış” Dickie Dare hikayelerine benzemeye başlamasıyla, Caniff’in kariyeri de tam bir çemberi tamamlamış oluyordu.

-------------------------

Bu yazıyı 2005 yılında Serüven dergisi için İngilizce’den çevirmiştim. – Melih Cılga -