Dijital Durumlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dijital Durumlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Kasım 2010 Salı

Yayılabilir içerik ve değer alışverişi


Viral yolla yayılması amacıyla üretilen videolarda, seyircinin içerikteki hikayeyi nasıl bir çerçevede algıladığını, nasıl bir bağlam içerisine oturttuğunu ve gündelik hayatındaki sosyal medya paylaşımlarında onu neden ve nasıl kullandığını anlamaya çalışmak, son zamanlarda iletişimciler arasında en çok tartışılan konularda biri...

İngilizce’de “spreadable media” denilen yayılabilir medya uygulamalarının belki de en karakteristik özelliği, mesajın taşıyıcılarının bizzat insanlar olması ve paylaşımların görünür bir maddi karşılık beklentisi olmadan, gönüllü olarak yapılması. Maddi karşılık beklemeden bir içerik üretmek ya da yaymak için gönüllü emek/zaman harcayan insanların oluşturduğu yeni bir “katılımcı kültür”den bahsettiğimiz zaman, haliyle bu sosyal alışverişin kendi içerisinde yarattığı yeni bir “değerler sistemi”nden de bahsetmek gerekiyor...

Aslında bu noktada, adına “hediye ekonomisi” denilen gayet eski bir “sosyal alışveriş” modelinin yeni bir versiyonuna tanık oluyoruz son yıllarda: Gönüllü içerik üretmek ve yaymak kullanıcıya maddi bir getiri sağlamasa da, alınıp verilen / değiş tokuş edilen bir tür “manevi değer” var karşımızda. Örneğin, karşımızdaki insan tarafından içeriğimizin “beğenilmesi / ‘Like’ edilmesi”, şu sıralar tedavülde en çok dolaşan “sosyal ödeme” birimi olarak görülebilir belki de: Tıpkı maddi alışverişlerde olduğu gibi sosyal alışverişte de değiş tokuş yapılan şeylerin (içeriklerin) birbiriyle bağlantılı iki farklı değer taşıdığını biliyoruz: Kullanım değeri ve mesaj değeri (sembolik değeri). Hem üretici hem de alıcı, baştan beri bu iki potansiyel değerin farkındadır zaten. Bir içeriğe alıcı olmaya niyetlenen (önce kendi adına kullanıp faydalanmak ve sonra da yayarak çevresine mesaj vermek isteyen) kişi, kullanım ve mesaj değerlerinin toplamına kendince bir bedel biçer ve içeriğin “takas değeri”ni (exchange value) belirler. Alışverişin bedeli de “sosyal ödeme birimleri” üzerinden, yani genellikle “Like” tuşuna basılarak ödenir... Haliyle, bu “gönüllü sosyal alışveriş” evreninde sadece klasik “value” kavramıyla yetinmeyip, “kadir kıymet bilmek / ilgi göstermeye değer olmak” anlamında “worth” kavramını da hesaba katmak gerekiyor.

İçerik yaymanın bir açıdan “altruistic”, bir açıdan da “egoist” boyutları olduğunu söyleyebiliriz: Paylaştığımız içerik (bir anlamda, katılımcı kültür havuzuna gönüllü bağışladığımız hediye) bizim kim olduğumuz ve ilgi alanlarımız hakkında bir mesaj verirken, aynı zamanda karşımızdaki insanlar hakkında bizim nasıl bir algıya sahip olduğumuzu da gösterir. Alıcı tarafından içeriğe (hediyeye) verilen tepki ve sonradan gelen kullanılma biçimi de aslında aramızda kuvvetli bir bağ olup olmadığını ve aynı dünyanın insanları olup olmadığımızı gösterir.

Garantili klişeler
Peki, bir içeriğin geniş kitlelere yayılmasının sırrı nedir? Örneğin, içinde mizah ve yaratıcı zeka bulunan içeriklerin hızla yayıldığı bilinen bir gerçek. İlginç esprileri ya da komik hikayeleri çevremizdeki insanlarla paylaşmanın aramızdaki bağları güçlendireceğini sezgisel olarak biliriz. Bireyin geçici olarak kendinden uzaklaşmasını ve kendine dışarıdan bakmasını sağladığı için en temel özgürleşme ve rahatlama yollarından biri olan mizah, her zaman iş yapar.
Yayılabilir içerikler üretmenin sihirli bir formülü yok tabii, fakat en azından mevcut başarı hikayelerine bakarak bir tür “garantili klişeler” listesi çıkartmak ya da genelgeçer ortak motifleri sıralamak mümkün: Komik ya da beklenmedik hareketler yapan bebekler ve sevimli hayvanlar, her zaman için yayılma potansiyeli taşıyan klişeler. Sevgi, şefkat, hayranlık, acıma, kınama, kıskanma, merak, şaşırma, korku, şok olma gibi farklı seviye ve türlerdeki duygulara hemen tepki vermeye eğilimli bir doğası var insanın. Bazen bu niteliklere sahip olmasa bile, bilerek ya da tesadüfen doğru zamanda doğru yerde ortaya çıkıp “gündeme tam oturmak” da bir yayılma sebebi olabiliyor.

Meşhur bir şeyin parodisini yapmak, bir eşya ya da kavramı parçalayıp yeniden birleştirmek, amatörce kolaj ve cut-up’lar yapmak da gayet geçerli bir “yeniden anlamlandırma” yöntemi. Çünkü orijinal bir içeriği parçalayıp değiştirerek yeniden birleştiren insan, onunla kendisi arasında bir aidiyet ilişkisi kurabiliyor, elleriyle bozup yaptığı o kolajı sahiplenmeye başlıyor. Hatırlamakta fayda var: Genel bir kural olarak bir mecrayı anlamlı yapan, taşıdığı mesajı nasıl değiştirdiğidir ve yayılabilir medyada da mesajın taşıyıcıları bizzat insanların ta kendisidir.
“Bunu evde denemeyin” kategorisine giren tehlikeli deneyler ya da abartılı maceralar da her zaman meraklı bir izleyici kitlesi bulan içerikler. Bir şeyin patlamasını, parçalanmasını ya da yıkılmasını göstermek de zaten aksiyon sinemasının en etkili malzemelerinden biri. Haliyle, bunların amatörlerce yapılan parodileri de yayılmaya çok uygun malzemeler. Üretilecek videonun kusursuz olmaması özellikle önemli, çünkü insanların “Nasıl oluyor da oluyor? / Gerçekten yapmışlar mı?” gibi kuşkulu tepkiler vermesi, yayılabilirliği artıran unsurlar.
Kuşkusuz, sosyal sorumluluk duygusuna gönderme yapan içeriklerin de yayılma potansiyeli yüksek. Örneğin çevre sorunlarından insan haklarına, ifade özgürlüğünden ayrımcılıkla mücadeleye kadar birçok konuda, özellikle marka mesajlarının yerleştirilmesine uygun (sponsor markanın kurumsal kimliğini çağrıştıracak) içerikler sıkça üretiliyor.

Öte yandan, modern hayat her ne kadar birbirinden kopuk atomize bireyler yaratmaya devam etse de, yardımlaşma ve dayanışma kavramları da hala epeyce etkili. Örneğin, fırsat eşitliği açısından bizden daha talihsiz / elverişsiz durumda olan birisiyle karşılaştığımızda, onun sesini duyurmasına yardımcı olmak amacıyla bir içeriği yayabiliyoruz. Bu dayanışma deneyimi hem “altruistic” güdülerimizi tatmin ediyor hem de kalabalık içerisinde fark yaratmamızı sağlayarak, dolaylı yoldan ego tatmini işlevi de görüyor. [Eğer bu dayanışma kültürüne tersinden bakacak olursak, buradan biraz problemli bir eğlence anlayışı devşirmek de mümkün: Örneğin TV’de çeşit çeşit insanın katıldığı yetenek(sizlik) yarışmalarının her zaman yüksek rating elde etmesinin de gösterdiği gibi, başkalarının çaresizliğini (ya da felaketini / sosyal yıkılışını) güvenli bir mesafeden seyredip kendimizi kıyaslayarak rahat bir nefes almak da epeyce yaygın biçimde paylaşılan bir sosyal refleks.]

Marka iletişimi ve yayılabilir medya
Geçenlerde Slideshare’de rastladığım bir sunumda Norveçli stratejist Helge Tennø, dijital medyada marka konumlandırmasından bahsederken “Kendinizi bir içerik üreticisi olarak değil, bir değer üreticisi olarak görmeye başlayın... Markanızı çalınabilir (stealable) ve yeniden çoğaltılabilir içerikler etrafında oluşturun” diyordu... Sanırım bu noktada hem mash-up kültürüne hem de “hediye ekonomisi” kavramına gönderme yaparak, şunu söylemek mümkün:
Yayılabilir içeriğin hangi kullanıcı tarafından hangi bağlam içerisine oturtulduğu, içeriğin başlangıçtaki orijinal halinden daha önemli... Yani üretici tarafından başlangıçta içeriğe yerleştirilmiş olan ana fikrin onu yayanlar tarafından nasıl dönüştürüldüğünü / bozulduğunu, farklı bir anlam taşıyacak ya da farklı bir amaca hizmet edecek biçimde nasıl kullanıldığını, kişiden kişiye aktarılırken nasıl farklı algılandığını / yorumlandığını da hesaba katmak gerekiyor. Çünkü insanlar karşılaştıkları içeriği ve onun içindeki mesajları “sahiplenmedikçe”, kendilerininmiş gibi görüp kendi istedikleri gibi kullanmadıkları sürece, o içeriğin farklı ortamlarda bir “sosyal paylaşım değeri” kazanması ve popüler kültür içerisinde yer alıp yayılması da pek mümkün görünmüyor.

Eğer bir genelleme yapacak olursak, yayılabilirliğin ana bileşeni, olabildiğince fazla sayıda farklı sosyal grubun ucundan kıyısından birbiriyle örtüştüğü küçük kesişim bölgelerine seslenebilmek, çoğunluğun hemfikir olacağı geçici ortak noktalar tanımlamak ve farklı beğeniler / farklı beklentiler arasında geçici köprüler oluşturabilmektir, diyebiliriz sanırım... Aslında bu durum, “popüler kültür” dediğimiz şeyin de en temel özelliği. Bir haberin, magazin dedikodusunun ya da bilginin gündelik sohbetlerde “bahsedilmeye değer olması” ve fazla çaba harcamadan herkes tarafından sahiplenmeye / yorumlanmaya uygun olması, onun sosyal alışverişlerimizde bir “takas birimi” (social currency) olarak kullanılması için çoğu zaman yeterli olabiliyor.

Not: Bu konuda daha ayrıntılı bilgi edinmek isterseniz, bilgi@icerikstratejileri.com mail adresinden iletişime geçebilirsiniz.

28 Eylül 2010 Salı

TV reklamlarının online viral davranışı


İngiltere ve Amerika’dan seçilmiş 102 adet TV reklamının internet ortamındaki seyredilme / paylaşılma davranışını analiz eden bir Millward Brown araştırmasının sonuçları yayımlandı geçenlerde (pdf burada).

Bu küçük araştırmanın kapsamı, öncelikle “paid media” olarak TV, sonra da “earned media” olarak online’da yer almış videolarla sınırlı tutulmuş. Haliyle, TV’de karşılığı olmadan, sadece online için üretilmiş ve reklamveren tarafından bütçe ayrılarak internette yayımlanmış videolar (yani “online paid media”) dahil edilmemiş: Başka bir deyişle, araştırma sadece önceden TV’de yayımlanmış reklamların içerisinden internet kullanıcılarının kendi istekleriyle ve gönüllü olarak sosyal mecralarda paylaştıkları / dağıttıkları (“earned media”) videolar üzerinden gerçekleştirildi.

Bu araştırmanın sonuç raporundaki hipotezleri okurken altını çizdiğim, önemli bulduğum birkaç noktayı kendi yorumlarımla da birleştirerek paylaşmak istiyorum:

“Enjoyment, involvement, branding”
Ortaya çıkan çarpıcı hipotezlerden ilki, TV reklamlarının performansını yayın öncesinde ölçmek için yapılan pre-test’lerdeki değerlendirme kriterlerinin aynen online reklamlar için de geçerli olabileceğinin görülmesi. Örneğin, bir TV reklamının “marka farkındalığı / brand awareness” yaratma potansiyelini ölçmek için yıllardan beri kullanılan “enjoyment, involvement, branding” gibi üç temel kriterin, online ortamda viral yolla dağıtılan videoların farkındalık yaratma potansiyelini ölçmek için de geçerli olabileceği anlaşılıyor.

Eğer bir viral videonun başarısını / başarısızlığını tartışacaksak, kampanyanın sonunda kaç defa seyredildiğini hesaplamayı beklemeden, henüz daha yaratıcı üretim ve planlama aşamasındayken bu üç kriteri ne kadar sağladığını masaya yatırmak daha anlamlı olabilir. (Burada “involvement” seyirciyi duygusal açıdan sürece dahil etmek ve aksiyon almaya yönlendirmek, “branding” de seyirci tarafından markayla ilişkilendirilme, markalı hatırlanırlık düzeyi biçiminde okunabilir). Bu noktada sanırım altı çizilmesi gereken ayrıntı şu: Markayla ilişkisini kurabilmek için karmaşık bulmacalar çözmemiz ya da zor soyutlamalar yapmamız gereken “aşırı gizemli videolar” üretmeden önce, bir kez daha düşünmekte fayda olabilir. :)

Öte yandan, kalabalığın içerisinden sıyrılan, alışılmadık, şaşırtıcı ve dikkat çekici bir hikayeye ya da anlatım tarzına sahip (distinctiveness) videoların seyredilme ve paylaşılma oranlarının yüksek olması da sürpriz değil tabii. Seyreden kişiye “bunu hiç beklemiyordum / hiç böyle düşünmemiştim” dedirtecek türden mizah, gerilim, üzüntü ve korku unsurlarının hikayeye yerleştirilmesi, videonun “yayılma olasılığı”nı olumlu etkileyecektir tabii, ama işi bilen ehil ellerde ve kararında yapılması şartıyla...

Ünlü kullanımı ve tüketicinin reklam okuryazarlığı
Reklamda ünlülerin oynamasının toplam izlenme performansı üzerindeki etkisi TV ve online için karşılaştırıldığında, ünlülerin online videoları TV’ye göre belirgin biçimde daha olumlu etkilediğini gösteren verilere ulaşılmış. Kuşkusuz ki sosyal paylaşım siteleri, ünlülerle ilgili taze haberlerin ve son dedikoduların anında paylaşılması için uygun bir ortam sunuyor, ama arkadaşlar arasındaki bu paylaşımlarda magazin dedikodularının yanı sıra reklamdaki marka mesajından da bahsedilip bahsedilmediği ise apayrı bir soru tabii.

[Küçük bir parantez daha açmak gerekirse: Ünlülerin TV reklamının performansına olumlu katkı yapmasının her zaman pek de garanti olmadığını ortaya koyan çok sayıda araştırma var. Bu aslında tüketicilerin “reklam okuryazarlığı seviyesi” (reklamda görsel ve sözlü hikaye kurgusunu takip edebilme / anlamlandırabilme yeteneği) ile de doğrudan ilişkili bir durum. Ünlü kişilerin tanıklığından ve sözcülüğünden yardım almadan, markanın süreç içerisinde kendi yarattığı sembollerle (başlangıçta ünsüz olan sözcülerle) mesajını iletebilmesi ve bu iletişimde inandırıcı olabilmesi, toplumdan topluma değişiklik gösteren bir pazarlama iletişimi problemi ve çözümü de her zaman kolay olmayabiliyor... Bu konunun ayrıntısına girmek başka bir yazıya kalsın.]

Viralleri amatörlükten kurtarmak
TV için üretilmiş bazı reklam filmlerinin belki biraz daha uzun / biraz daha cesur versiyonlarının yanı sıra, markalardan tamamen bağımsız bazı amatör videoların net’te kendiliğinden ve bedava bir “buzz” yaratması, son birkaç yılda bazı reklamverenlerde şöyle bir yaygın yanlış algının yerleşmesine yol açtı sanırım: Özel olarak internet için üretilen viral videoları yeterince önemsemeden, sadece modaya uyup yapmış olmak için yaparak ve neredeyse bedavaya yakın maliyetlerle ürettirmeye çalıştılar. Strateji, yaratıcı fikir, prodüksiyon, seeding ve topluluk yönetimi için bütçe ayırma bilinci henüz yerleşmediğinden, bu beş kalemi de amatörlüğün ve deneyselliğin insafına terk ettiler...

Galiba şimdi tam olarak bu yaygın yanlış algının düzeltilmesi ve net’e özel videoların da kendi bütçesi (ve planlaması) olması gerektiğini öğrenmeye başladığımız günlerdeyiz.

Not: Bu konuda daha ayrıntılı bilgi edinmek isterseniz, bilgi@icerikstratejileri.com mail adresinden iletişime geçebilirsiniz.

11 Nisan 2010 Pazar

Engagement, relevancy, context ...

Bir zamanların mottosu olan “içerik kraldır” sözünün yanına artık “diyalog kraldır” ifadesinin de eklendiğini herkes biliyor. Şimdi birkaç adım daha ilerisini tanımlamanın zamanı: Dijital pazarlama stratejilerine teorik düzlemde kafa yoranların şu sıralar üzerinde en çok tartıştığı anahtar kavramlar “engagement”, “relevancy” ve “context” olsa gerek sanırım. [“engagement / karşı tarafın gönüllü olarak sürece dahil olmasını sağlamak”, “relevancy / karşı tarafın ihtiyaçlarına uygun, konuyla ilgili ve doğru seçilmiş şeyler söyleyebilmek” ve “context / tüm bunları inandırıcı ve tutarlı bir bağlama oturtabilmek”]

Şunu da unutmamak gerekiyor tabii: Tüketicilerin dijital temas noktalarındaki beklentisi, hal-i hazırda müşterisi oldukları markalarla sadece sanal sohbet yapmak değil, bilakis “özel müşteri muamelesi” görmek ve bu anlamda her türlü indirim, avantaj ya da ayrıcalıklı muameleye erişebilmek aslında. Haliyle bu da CRM’in “yaşam boyu değer” yaklaşımıyla vaat ettiği nihai ilişki biçimden çok uzak bir şey değil. Dijital temas noktalarında ilginç ve eğlenceli içerik yoluyla “anlamlı diyalog” geliştirirken, markaların da özellikle sosyal medyayı bir tür “olabildiğince bireyselleştirilmiş CRM aracı” olarak kullanıp hem tüketici şikayetlerine gerçek zamanlı olarak çözüm getirmeye çalışmaları hem de özel fırsatlar, avantajlar sunarak, zaman içerisinde mevcut müşterilerin sadakat seviyesini, satın alma niyetlerini ya da başkalarına tavsiye etme ihtimallerini yükseltmeye çalışmaları, aslında hiç kimse için bir sürpriz değil.

25 Nisan 2009 Cumartesi

“Idiot-generated content”

AdAge dergisinde Domino’s olayı hakkındaki yorumlara bakarken, “idiot-generated content” diye bir ifadeye rastladım... Sosyal medyayı kimin hangi gözükaralık seviyesiyle ve hangi niyetle kullanacağı kontrol edilemeyeceğine göre, belki kendince eğlence (ya da intikam) arayan birkaç kendinibilmez “idiot”ın bile kolayca dev markaları / kurumları yaralayabileceği tehlikeli bir döneme girdiğimiz ortada...

Gündelik hayatını “serseri mayın” statüsünde yaşamaktan başka seçeneği olmadığına kendini inandırmış birtakım “sosyal” insanlar var, belki milyonda bir, belki yüzbinde birler ama varlar... Sosyal medyaya özgü, kendinden menkul intihar komandoları onlar: Asılsız bir video patlattıkları zaman, bunun doğru ve gerekli bir şey olduğuna inanıyorlarsa eğer, bence iki tane sebebi olabilir: 1) Eğlence ve şiddet, kafalarında birbirine karışmış demektir. “Başkasının felaketinden eğlence çıkartmak” denilen tehlikeli bölgeye geçilmiş demektir... 2) Bir şekilde haksızlığa uğradığını düşünüyorsa, öfkesini bu yolla ifade ederek adaleti yerine getirebileceğine inanıyordur belki...

“Cahil cesaretiyle önüne gelene saldıran” anlamındaki “idiot-generated content”lerin olağan şüphelileri olan bu insanların toplumsal psikolojisini anlamaya çalışmak gerekiyor galiba: Markaların da kriz planlarındaki senaryolarını gözden geçirmeleri ve savunma cephesine profesyonel anlamda ciddi yatırım yapmaları gerekiyor düşüncesindeyim... Markaya sempati duyan online toplulukların otomatik savunma refleksine falan bırakılamayacak kadar önemli bir konu bu...

24 Nisan 2009 Cuma

Bilgi mimarisinin hayaleti...


Bigumigu’da rastladığım bir haberde, “mobile web”le ilgili bir sunum hazırlamış olan John Pettengil’in bugünkü mesleğini tarif etmek için kullandığı “Information Architect” ifadesi, bir an için gözlerimin sevinçle parlamasına yol açtı...
Çünkü yıllardır etrafında dolaşıp durduğum, ama sonuçta “hobi ya da derin merak” seviyesinin üzerine taşıyamadığım eski bir uktedir “bilgi mimarisi”... Haliyle, bu konuda başarılı projeler geliştiren John kardeşimize aniden ve “hafifçe” imrendiğimi de söyleyebilirim... :)

Yedi sekiz yıl önce, Grafikerler Meslek Kuruluşu’nun yayımladığı “Dedi ki” başlıklı broşürler geçmişti elime: Tasarım dünyasından önemli şahsiyetlerle söyleşilerin yer aldığı bu bültenimsi broşürlerin birinde, Richard Saul Wurman sayesinde ilk kez duymuştum “bilgi mimarisi”ni ve çok etkilenmiştim... Mutlaka bu kavramın sözcülüğünü yapmalıydım ve tanıtmalıydım herkese... :)

(Bu arada, Wurman hem “information architecture” kavramını dünyada ilk kez kullanan ve altını dolduran adamdır hem de meşhur TED Talks konferanslar dizisinin fikir babası ve kurucusu)

Yine o günlerde uzaktan e-mail’le fikir alışverişi yaptığım tasarımcı ‘Locus Novus’ Faruk Ulay’ın da teşvikiyle yazdığım “Dondurulmuş Konuşma: Bilgi Mimarisinde İdeal Arayüz Modeli” diye komik bir makale denemesi (!), YKY’nin Sanat Dünyamız dergisinin 2001 sonbahar sayısında yayımlanmıştı bile...

Ama bu naif heyecanın gidişi gelişinden daha hızlı oldu: Üzerinde çalışmaya araştırmaya devam etmek şöyle dursun, birkaç gün sonra gündelik hayatın koşuşturmacası içerisinde adını bile unutmuştum...

Bir yıl sonra, 2999 isimli bir dijital ajansta küçük bir freelance projede çalışırken, bu eski heyecanımla yollarımızın yeniden kesişti. Oradaki insanlara anlatmayı denedim meramımı, ama kısa vadede para kazandırmayacağı besbelli bir hayal olduğu için pek ilgilenmediler haliyle ve yeniden uzun bir eylemsizlik... Üç yıl sonra 2005’te bambaşka bir platformda, Ortak Defter’de ucundan kıyısından bahsettim içimdeki bu ukteden ve yine uzaklaşıp işime gücüme döndüm sessizce...

Son dört yıldır iyiydik, birbirimizi arayıp sormuyorduk, ama birkaç gün önce yeniden nüksetti kendileri: Bu işlerle alakasız bir arkadaşımla tamamen havadan sudan sohbet ederken, kendimi konuyu değiştirmeye çabalarken buldum ve yine aynı şey oldu: Farklı uzmanlıklar arasında bilgi entegrasyonu ve içgörü paylaşımının metodolojisi üzerine çalışmanın ne kadar heyecan verici olduğundan bahsederken yakaladım kendimi yeniden...

Bilgi mimarisinin hayaleti, ya ilişkimizin adını koyalım ya da bırak artık peşimi!.. :)

16 Nisan 2009 Perşembe

Mindshare’den online video ve TV reklamları arasında ortak GRP girişimi

Öncelikle AdAge’deki haberi okumakta fayda var. Kuşkusuz, online video ve TV reklamları arasında ortak bir GRP (yeni adıyla “iGRP”) tanımlamak, ilginç bir proje...
Akla ilk gelen nokta şu: TV’deki “prime time” ya da “kadın kuşağı” vs. gibi zamanlama tanımları online ortam için pek geçerli olmadığından, online videodaki reklamın performansını birkaç hafta ya da bazen bir ay boyunca ölçerek toplamda ne kadar rating elde ettiğine bakmak gerekiyor... Yani sadece klasik GRP’deki “Reach X Frequency” hesaplamasıyla yetinmeyip başka değişkenlere de ihtiyaç duyulması kaçınılmaz... Bu nedenle, “iGRP” denilen yeni kavramı yakından incelemekte fayda var...

Düşünüyorum da, yıllardır tüm ülkedeki TV hedef kitlesini ezberden bilgilerle kabaca ayrılmış büyük demografik dilimler halinde gruplayarak GRP satın almaya alışmış reklamverenler de, çok daha küçük, dağınık ve benzemez gruplardan oluşan karmaşık online hedef kitle karşısında, demografinin yanı sıra en azından “behavioral targeting” değişkenlerine de ihtiyaç duyacaklar... Zaten klasik GRP, “reklamın etkisini” değil rating’i ölçer... Ayrıca, TV karşısındaki “aynı kitle” ile bilgisayar karşısındaki “aynı kitle”yi tuttursanız bile, onların aslında çok farklı “medya davranışları gösteren” insanlar olduğu da açık bir şey değil mi? En basit örnek:

Bir seyirci olarak TV’deki sanal reklam uygulamalarını engelleme şansımız yok, ama online videoya yerleştirilmiş “display reklam” deneyiminin lineer mi non-lineer mi olacağına göre “davranışımız” değişebilecek: Biliyorsunuz, non-lineer overlay uygulamada, bir videonun mesela ortasına geldiğinizde, videonun alt tarafında ince bir bant / banner beliriyor. İsterseniz tıklayarak bu "overlay"i kapatmak mümkün. Ama reklamı seyretmek isterseniz, altta devam eden asıl video "pause" durumuna geçiyor, full ekran reklam başlıyor vs. Zaten lineer reklamlardaki pre-roll, mid-roll ya da post-roll uygulamalarında da seyirci videoyu istediği gibi ileri geri sarabiliyor...

Ama sonuçta asıl söylemek istediğim, aslında Mindshare doğru ve gerekli bir şey yapıyor: Reklamveren gözüyle bakılırsa, son tahlilde, hedef kitlenin reklamı hangi araçla hangi ortamda seyrettiğinden daha önemlisi, reklamın kısa-orta vadede satışlara etkisi ve uzun vadede de marka değerine etkisi, yani toplamda reklam yatırımının ROI değeri... Bu nedenle, şu anda mevcut olan tüm klasik KPI’ların önemini ve faydasını saklı tutmak şartıyla, artık ismi “iGRP” mi olur başka bir şey mi, “reklamın ROI değerini ölçebilmek” denilen uçsuz bucaksız okyanusta hayatı kolaylaştıracak tutarlı ve güvenilir yeni bir KPI tanımlayabilme hayaline doğru atılmış iyi niyetli bir adım diye bakıyorum bu habere... :)

9 Nisan 2009 Perşembe

PR ajanslarının bloggerlara bakışı ve gazetecilik disiplini

Tıpkı reklam ajansları gibi PR şirketleri de popüler gündemden beslenirler ve başlangıçta hemen hepsi, yaptıkları işin performansının objektif kriterlerle ölçülmesine sıcak bakmazlar... Çoğu PR ajansı müşterisine hesap verirken, ses getirmesi beklenen bir etkinlikte söylenen sözlerin anlamlı, tutarlı, marka değerine katkı yapıcı vs. olup olmadığından daha çok, ortaya çıkan toplam ses miktarıyla ilgilenir...

Bu nedenle, “gazetecilik disiplini”ne henüz sahip olmayan, henüz yeterince “olgunlaşmamış” heyecanlı blogger’ların olmadık insanlara olmadık sorular sorarak bir basın toplantısını “geek’ler arasındaki geyik muhabbeti”ne çevirme ihtimalleri, bir PR ajansı için rahatlıkla göze alınabilecek bir risk olabilir ne yazık ki: Kuşkusuz, PR ajanslarının da performans ölçüm kriterlerini kendi bildikleri gibi yorumlamamak konusunda “olgunlaşma”ya ihtiyacı var...

Serdar Kuzuloğlu’nun Mehmet Y. Yılmaz’dan alıntıladığı “gazetecilik ahlakı” konusundaki şu ifade, blogger’ların olgunlaşma sürecinin temel kriteri olmalı tabii ki: “Hiçbir zaman hakkında yazacağın insanlarla çok samimi olma. Yarın bir gün onlar hakkında eleştiri yazabilecek yüzün olsun”... Öte yandan, o eski yazıda Serdar’ın bahsettiği “Sosyal medyanın ‘sosyal’ yönünü ‘kapitalizm’e kurban etmeyelim.” uyarısına ise bir ayrıntıyı hatırlatarak katılıyorum: Pazarlama iletişimi sektörü, performansı ölçülebilir ve hesap verebilir olduğu sürece, kötü niyetli bir sektör değil... :)

Gazetecilik disiplini ve gazetecilik ahlakı anlamındaki sorumluluklarını idrak etmiş, olgunlaşma sürecini tamamlamış bazı blogger’ların yakın bir gelecekte “internet gazeteciliği yapıyorum” demeye hakları olacağını düşünüyorum...

4 Mart 2009 Çarşamba

Semantik Web meselesi

NTV Bilim dergisinin ilk sayısındaki "Semantik Web Öldü" başlıklı şu yazı üzerine:

Yazıdaki ölüm ilanı tam olarak doğru değil, çünkü semantik web’in omurgasını oluşturacak güvenilir Metadata Veritabanı’nın sadece normal kullanıcılar tarafından oluşturulması ve sadece bugünkü gibi “düz metin” tag’lerden oluşması gibi bir beklenti yok zaten... İnsanların “tag” niyetiyle yazdıkları basit sözcüklerin hangi bağlamda kullanıldıkları bilinmeden tabii ki web’deki milyarlarca site ve o “tag” arasında anlamlı bir ilişki kurulamaz. Ama bunun gelecekteki çözüm yolu, tag’lerin evrim geçirerek object’lere dönüşmesiyle mümkün olabilir ve böylece “yeni nesil” tag’ler dünyadaki herkes tarafından aynı bağlamda aynı anlamda anlaşılan “yeni nesil” link’lere dönüşebilir... Örneğin, şuradaki “Wikipedia ve onun RDF versiyonu olan DBpedia arasındaki karşılaştırma”, bunu açıklıyor...

24 Şubat 2009 Salı

Cep telefonundaki reklam formatları - 1

Geçenlerde Mobile Marketing Magazine'in arşivinde rastladığım eski bir yazı üzerine, cep telefonlarının reklam mecrası olarak kullanılmasında nereden nereye geldik ve nereye gidiyoruz diye biraz düşündüm ve toparlayabildiğim kadarıyla, gelecekteki uygulamaların özetini paylaşayım dedim...

Tabii ki cep telefonundaki "reklam / pazarlama iletişimi" formatları deyince SMS, MMS ve WAP sayfalarını anlatmaya gerek yok: TV'deki yarışmalara katılmak, anketlere oy vermek, müzik, duvar kağıdı ya da Java bazlı basit oyunları / uygulamaları indirmek vs. herkesin bildiği şeyler.

WAP'tan bir sonraki aşama olan 3G'nin reklama getirdiği yeniliği kabaca ve basitçe "telefonda reklam videosu seyretmek" diye sembolize edersek, bundan sonra yakın gelecekte gündelik hayatımıza girecek olan "pazarlama iletişimi" teknolojilerini de şöyle sıralayabiliriz galiba:

1. QR Code – Data Matrix barkod (Mobile Tagging),
2. Proximity Marketing (Location-based Bluetooth / WiFi marketing),
3. İleri düzey Web 2.0 tabanlı uygulamalar (Geo-tagging ve sosyal network pazarlaması).

QR Code denilen şey, mesela bir gazete sayfasında, otobüs durağında, market rafındaki bir DVD'de ya da her herhangi bir ürünün üzerinde karşımıza çıkabilecek olan, bizim bandrol hologramlarımızdan biraz daha büyük bir etiket. Cep telefonuyla bu etiketin fotoğrafını çektiğimiz anda, telefonumuz hemen internete bağlanıyor ve o etiketin içerisinde kodlanmış olan web sitesi ekranımızda açılıyor: Böylece örneğin, markette bir DVD'yi elimize alıp incelerken tek tuşa basarak hemen o filmin trailer'ını cep telefonumuzdan seyredeceğiz ya da anında indirim kuponu kazanacağız... Bütün bunları özetleyen güzel bir video şurada var.

Proximity marketing ya da "location-based marketing"in çok basit halini, harita / navigasyon özelliği olan tüm cep telefonları zaten şu anda "bilgilendirme hizmeti" şeklinde sunuyorlar. Ama yüz metre yakınımızda hangi sinema olduğunu öğrenmek başka bir şey, o anda ayaküstü bir reklam videosunu seyretmeyi kabul etmemiz karşılığında o sinemadaki filme % 10 indirimli bilet satın almamızı sağlayan özel bir "mobile coupon"un bize gönderilmesi başka bir şey... :)

Geo-tagging yönteminin pazarlama iletişiminde nasıl kullanılabileceği hakkında ise, birçok insan gibi benim de net bir fikrim yok şu anda: Hadi diyelim ki bir restoranda yemekleri çok beğendiğim için gidip başaşçının resmini çektim ve "geo-tag" ekleyerek Flickr'a yükledim (nasıl yapılacağını anlatan bir video burada). Tesadüf bu ya, o anda şehirdeki bir turist de cep telefonunda surf yaparken bu resmi gördü ve yemek yemeye oraya geldi, falan filan... Ama hani burada iş modeli ve pazarlama iletişimi? Belki restoranın sahibi, bedava reklamını yaptığım için bana teşekkür eder, o kadar... :)

Ama şu anda aklımıza gelmeyen bin bir türlü "geo-tagging" temelli pazarlama modelinin aslında hiç de uzakta olmadığını da bilinen bir gerçek...

Online reklam formatları - 1


Dijital reklamların performansının ölçülmesi için pazar araştırmaları yapan Dynamic Logic danışmanlık şirketi, "Beyond the Click" isimli e-bülten'in haziran sayısında, online reklam formatlarının hangisinin daha çok iş yaptığını özetleyen bir araştırmanın sonuçlarına yer verdi... (Ağustos bülteninin konusu da cep telefonuna gönderilen reklamların performansı, ama biz şimdilik online reklamdan başlayalım)

Araştırmada elde edilen ilk sonuç, gayet tahmin edilebilir bir gerçeği işaret ediyor: Beklenmedik anda beklenmedik yerden önümüze fırlayan, "davetsiz misafir" duygusu yaratan "intrusive" reklamlardan hiç kimse hoşlanmıyor.

Tüketicilerin cevaplarına bakılırsa, en popüler beş online reklam formatı şunlar: 1. Banner'lar, 2. Skyscrapers (sütun banner'lar), 3. Advergame'ler, 4. "Ghost / hayalet" video reklam (non-linear overlay ads), 5. "Lineer" video reklam (asıl videonun başına ya da ortasına yerleştirilmiş ve bir süreliğine seyredilen asıl içeriğin önüne geçen reklam)

İlk üç formatı (Banner, Skyscrapers, Advergame) herkes biliyor, fazla açıklamaya ya da örnek vermeye gerek yok. "Ghost ad" ya da "overlay ad" denilen format ise, yaklaşık bir yıldır denemeleri yapılan yeni bir şey ve birçok farklı uygulama biçimi var:

Diyelim ki Dailymotion'da ya da MetaCafe'de seyrettiğiniz herhangi bir videonun mesela onuncu saniyesine geldiğinizde, videonun alt tarafında ince bir bant / banner beliriyor ve beş saniye kadar görüntüde kalıyor. İsterseniz banner'ın köşesine tıklayarak bu "hayaleti" hemen kapatmak mümkün. Ama reklamı seyretmek isterseniz, banner'ın içine tıklıyorsunuz, altta devam eden sizin asıl video "pause" durumuna geçiyor, reklam başlıyor. Seyretmeyi seçtiğiniz reklam bitince ya da ne zaman isterseniz, asıl videonuza geri dönüyorsunuz... Yani tam bir non-linear deneyim...

IAB tarafından belirlenmiş dijital video reklam formatları hakkında ayrıntılı bilgi, meraklısı için burada mevcut. Ama önemli olan nokta şu:

Tıpkı diğer mecralarda olduğu gibi, online reklamın da tüketicinin zihnindeki yolculuğunun aşamaları (ve aynı zamanda reklamın başarısının ölçüldüğü temel kriterler) şunlar: 1. Yardımlı marka farkındalığı (aided brand awareness), 2. Reklam farkındalığı (ad awareness), 3. Yaratıcı fikirle pazarlama mesajının ilişkilendirilmesi (message association), 4. Markanın tercih edilirliği (brand favourability) ve nihayet, 5. Reklamın yarattığı "satın alma niyeti" seviyesi (purchase intent)...

Reklamları kabaca "marka imajı / branding" ve "satış artırıcı / direct response" diye ikiye ayırdığımızda, galiba online reklam pazarını büyütebilmek için uzun vadede en doğru strateji, online mecranın da "marka değerine" pozitif katkı yapan ve yatırım yapmaya değecek bir mecra olduğuna reklamverenleri ikna edebilmek. Ama tabii ki "branding" amaçlı kampanyanın yeri ayrı, "satışı anında tetiklemek" amaçlı kampanyanın yeri ayrı...

Online formatlar hakkında daha fazla araştırma yapıldıkça, optimum reklam uzunluğu ne olmalıdır, hangi sitedeki hangi sayfanın ya da videonun neresine nasıl konulmalıdır, frekansı ne olmalıdır vs. gibi birçok soru da daha sağlıklı cevaplanabilecek... :)