18 Aralık 2015 Cuma

Son iki yıla bir bakış


Medyascope.tv: İki çeviri, bir araştırma-derleme yazısı (2015)
IŞİD’in petrol ticareti,
Bağdadi portresi,
AB ile mülteci anlaşması,

P24 – Friedrich Ebert Vakfı Bursu: Geçmişle yüzleşmekte gazetecilerin sorumluluğu (2015)

DağMedya.net: Veri gazeteciliği işleri (2014-15)
Laki Vingas röportajı (Gayrimüslimlerin eşit vatandaşlık mücadelesi),
Rum Ortodoks Vakıfları haritası,
Suriyeli mültecilerin yaşam koşulları (araştırma-derleme, harita)
Mültecilere yardım eden STK’lar (Ağ Haritası / Network Graph)
Geçmişle yüzleşmekte gazetecilerin sorumluluğu ve Almanya’dan öğrenebileceklerimiz.

Jiyan.org: Önceden Dağ Medya’da yayınlanmış iki işin tekrarı (2015)

Diğer yazılar:
Halk yararına araştırmacı gazetecilik”: Almanya’dan CORRECT!V örneği ve gazetecilikte alternatif gelir modelleri
Gönüllü Unutkanlıktan Yüzleşmeye: Almanya Yahudi Soykırımı Geçmişiyle Nasıl Yüzleşti?




15 Kasım 2015 Pazar

Der Spiegel belgeseli: İhvan'ın tarihi


Die Muslimbruderschaft (Doku)

Die Muslimbruderschaft (Doku)Die Dokumentation zeigt den Aufstieg der ägyptischen Muslimbruderschaft zu einer international agierenden Organisation.Beeinflusst durch salafistische Strömungen und den Nazis aus Deutschland, entwickelt sich die MB zu einem prägenden Bestandteil der arabischen Welt und Exporteur des Islamismus. Aus ihr gehen führende Köpfe der Terrororganisation Al-Qaida hervor, sie zieht während der iranischen Kulturrevolution `79 im Hintergrund die Fäden und wird zur Mutterorganisation der Hamas.Faschismus, Antisemitismus, Homophobie und Scharia prägen bis heute das Gesicht der ältesten und wichtigsten islamistischen Organisation.Auch in Deutschland ist die Muslimbruderschaft aktiv. Getarnt durch die IGD (Islamische Gemeinschaft in Deutschland e.V.), sitzt sie im Zentralrat der Muslime (ZMD) und ist somit Kooperationspartner der deutschen Bundesregierung. Siehe auch hier: https://www.facebook.com/AntiTodenhoefer/photos/pb.1012593542084071.-2207520000.1446387519./1080611111948980/?type=3&theater

Posted by Anti Jürgen Todenhöfer on Saturday, October 31, 2015

13 Kasım 2015 Cuma

Flüchtlingshilfe in der Türkei



Lieber NGO als Staat    Der Mangel an Staatshilfe für syrische Flüchtlinge in der Türkei wird von internationalen und lokalen NGOs ausgeglichen
Ein Blog-Beitrag von Freitag-Community-Mitglied Melih Cilga
„Niemand kann uns davon abhalten, nach Europa zu fliehen“ sagte ein 28-jähriger Syrier, als er in der türkischen Stadt Bodrum von seinem Schleuser auf ein Zeichen zur Abfahrt wartete. Nachdem er vor dem syrischen Bürgerkrieg geflohen ist, hatte er zwei Jahre in der Türkei verbracht. Obwohl er in Syrien in einer medizinischen Hochschule Rettungsassistenz studierte, musste er in Istanbul als ein unqualifizierter Bauhilfsarbeiter auf verschiedenen Baustellen schwarzarbeiten, wo er nur die Hälfte des gängigen Tageslohns erhält. Und es war nicht garantiert, dass er am Ende des Tages seinen Lohn bekommen würde. Mittlerweile sagt er, dass einige Türken sehr gastfreundlich und hilfsbereit waren. Doch wenn es darum geht, Löhne zu zahlen, ändere sich die Haltung der Türken sofort, sagte er.
Obwohl die Türkei mehr als zwei Millionen Syrier unter einem „temporären Schutzsystem“ beherbergt, versagt sie aber bei ihrer Integration und bietet ihnen keine Perspektive im Land ein menschenwürdiges Leben zu führen. Sie haben grundsätzlich keinen Anspruch auf Asyl oder auf einen regulären Flüchtlingsstatus, und dürfen sie nicht legal arbeiten. Sie erleiden ein verzweifeltes Leben als Bettler oder Straßenhändler, oder müssen sie in den Schwarzarbeiten schwer ausgebeutet werden. Sie wohnen in verrotteten Kellergeschosse und Baracken in der Elendsviertel der mehr als 50 verschiedenen türkischen Städten, oder in verlassenen und leerstehenden Häusern, die späterhin bei einem Gentrifizierungsprozess abgerissen oder renoviert werden sollten.
 Türkei ist kein sicheres Land für Flüchtlinge
Der heutzutage berühmte Entwurf des Abkommens zwischen der EU und der Türkei, das darauf zielt, den Zustrom der syrischen und anderen Flüchtlinge zu stoppen und sie in der Türkei zu halten, erklärt nicht genug, wie die Flüchtlinge in der Türkei ein sinnvolles und menschenwürdiges Leben führen würden. Es sieht so aus, weder die EU noch die Türkei kümmert sich darum, dass die auf Hilfe angewiesene Syrier in urbanen Gebieten der Türkei derzeit mit einer tiefen Verzweiflung und Armut weiterleben müssen. Nur eine Handvoll Experten und Meinungsführer sprechen über soziale Diskriminierung, Vernachlässigung und Gewalt gegen Flüchtlinge und über ihre Hoffnung auf mehr Akzeptanz in der türkischen Gesellschaft. Der Staat besorgt den Flüchtlingen keinen Weg in der türkischen Gesellschaft zu integrieren.
Da die Menschenrechte und die Rechtsstaatlichkeit in der Türkei traditionell gefährdet sind, ist die Türkei weit davon entfernt, ein sicheres Land für Flüchtlinge zu sein. Dass rund 10.000 Flüchtlinge täglich aus der türkischen Westküste nach griechischen Inseln fliehen, zeigt offensichtlich, dass die Türkei ihnen keine Hoffnung für ein menschenwürdiges Leben anbieten kann. Die verschärfte Grenzkontrolle an der türkischen Westküste, wie erwähnt im Entwurf des Abkommens, kann vielleicht den Zustrom ein bisschen schrumpfen, aber niemals völlig verhindern. Keine Sicherheitsmaßnahmen können diese zielstrebigen Leute andauernd stoppen.
 Transparenz in der Verteilung der Hilfen
Meistens klagen die türkische Behörden und die Anhänger der Flüchtlingspolitik vom türkischen Staat an, dass alle Aufwände von mehr als zwei Millionen beherbergten Syriern nur von der Türkei übernommen werden, und europäische Länder damit nicht genug geholfen haben.
Eigentlich ist die Türkei nicht in der Lage, über den Mangel an internationale Mithilfe zu klagen. Seit dem Anfang der Flüchtlingskrise in Mai 2011 hat die Türkei viele internationale Mithilfevorschläge absichtlich ausgeschlossen und nützliche Zusammenarbeitsmöglichkeiten abgelehnt.
Bis heute hieß der Ansatz der Türkei „Gib mir die Hilfe, ich werde sie verteilen, aber ohne sie nachprüfbar zu belegen“. Internationale NGOs und europäische Behörden wollen jedoch einen mehr transparenten und prüffähigen Prozess, wo sie die Verteilung und die Lieferung der Hilfen aktiv kontrollieren und dafür verantwortlich sein würden.

31 Ekim 2015 Cumartesi

“Halk yararına araştırmacı gazetecilik”: Almanya’dan CORRECT!V örneği


Temmuz 2014’te Almanya’da faaliyete geçen CORRECT!V, kar amacı gütmeden “halk yararına araştırmacı gazetecilik” hizmeti vermeyi amaçlayan bir kurum. Almanca konuşulan ülkeler çerçevesinde, böyle bir gazetecilik hedefiyle yola çıkan ilk sivil toplum platformu. Essen’deki merkezlerinin yanı sıra bir de Berlin’de ofisleri var.
Kendilerini ve yaptıkları işi tanımlarken web sitelerinde şöyle bir saptamaya yer vermişler: Medya, sermaye ve siyasi iktidar arasındaki karşılıklı çıkar ilişkilerine dayalı geleneksel iş modelleri yüzünden, sokaktaki vatandaşın doğru ve objektif bilgiye erişme olanakları hızla daralıyor. Haliyle medyanın, ülkeyi ve gündemi yönetenler üzerindeki denetleme rolünü yerine getirmesi de giderek zorlaşıyor.
Araştırdıkları konular
Tam da bu noktada “bağımsız gazetecilik” prensibiyle yola çıkan CORRECT!Vekibi, “halk yararına araştırmacı gazetecilik” faaliyetinin ülkedeki tüm medya kurumları için erişilebilir ve sürdürülebilir olmasını sağlamak istiyor. İktidarın ve güç ilişkilerinin kötüye kullanıldığı her türlü yolsuzluk vakasını araştırıp açığa çıkararak, demokrasinin güçlenmesine ve daha şeffaf bir topluma ulaşma hedefine katkıda bulunmak istiyorlar.
Ücretsiz, bağımsız ve kaliteli içerik
Kar amacı gütmeyen CORRECT!V, herhangi bir satış ya da reklam gelirine dayanmıyor. Kendi sitelerindeki haberleri okumak tamamen ücretsiz ve üyelik gerekmiyor. Haliyle, yaptıkları işin ne kadar başarılı olduğunu ölçmek için kullandıkları ölçüt de okunma veya tıklanma sayısı değil. Önemsedikleri tek başarı ölçütü, toplumsal problemler konusunda ufuk açıcı tartışmalar başlatabilen içerikler üretebilmek. Araştırma yaparak ulaştıkları bilgileri herkesle paylaşarak, toplumun demokratik standartlarını daha ileriye taşıyacak değişimlerin tetikleyicisi olmak istiyorlar.
Matbaa ya da dağıtım gibi bir maliyet kalemi olmadığı için, tüm imkânlarıyla “kaliteli içerik” üzerine odaklanabiliyorlar. Bütçelerinin büyük bölümü, birçok medya kurumunun artık kaynak ayırmadığı kapsamlı araştırmacı gazetecilik projelerine gidiyor.
Tabii tüm bunları yapabilmek için de, çalıştığı konunun derinliklerine dalabilecek, gerekiyorsa yıllarca bir konuyu takip edip düzenli olarak haber yapabilecek araştırmacı gazetecilere ve bu tür haberlere ilgi gösteren, bilgi edinmek isteyen vatandaşlara ihtiyaç var.
Finansman kaynağı ve gelir modeli
CORRECT!V platformunun temel avantajı, hem siyasi hem de ekonomik açıdan bağımsız olmaları. Hiçbir siyasi partiye ya da iş dünyasındaki bir şirkete angaje değiller. Kuruluş ve başlangıç aşamasındaki finansman kaynağı, Almanya’nın Essen şehrindeki Brost Vakfı tarafından sağlanmış. Bu vakıf, Alman gazetecilik tarihinde saygın bir yere sahip olan Erich Brost’un (1903–1995) ismini taşıyor. Erich Brost, gençlik yıllarında Alman Sosyal Demokrat Partisi’nde (SPD) siyaset yaptıktan sonra, Nazilerden kaçarak İngiltere’ye sürgüne gitmiş, savaştan hemen sonra da Almanya’ya dönüp “Westdeutsche Allgemeine Zeitung” (WAZ) gazetesini kurmuş bir isim.
Bu noktada CORRECT!V ekibi, Brost Vakfı ile yaptıkları sözleşme gereği ilk üç yıl boyunca vakıftan maddi destek alacak olmalarının kendi bağımsızlıklarını etkilemediğini söylüyor. CORRECT!V, hangi konularda araştırma yapacağına ya kendi başına karar veriyor ya da okur anketi yaparak belirliyor.
Güncel anlamda tek düzenli gelir kaynakları, okurların gönüllü olarak yaptığı bağışlar ve yine isteğe bağlı olarak alınan üyelik ücretleri. Minimum yıllık 5 Euro’dan başlayarak yükselen çeşitli üyelik seçenekleri mevcut. Sitedeki içeriği okumak için üyelik gerekmiyor. Ama dayanışma amacıyla gönüllü olarak katkı payı ödeyen üyeler, CORRECT!V ekibi tarafından yayımlanan kitapları ücretsiz olarak edinmek ve düzenlenen toplantı ve etkinliklere davet edilmek gibi avantajlar elde ediyor. Üyelerden gelecek maddi destek bağlamında, ortalama olarak ayda 10 Euro ödeyen 30.000 civarında üyeye sahip olabilmeyi hedefliyorlar. Şeffaflık prensibi gereği, 1.000 Euro’nun üzerindeki tüm bağışlar web sitesinde açıkça duyuruluyor.
Ek bir gelir kaynağı olarak da, bazı araştırma raporlarını kitapçık formatında basıp web sitesindeki online mağazada satışa sunuyorlar.
Veri gazeteciliği ve mesleki eğitimin önemi
CORRECT!V’in kadrosu hem geleneksel kanallarda çalışmış araştırmacı gazetecilerden hem de yeni medya yayıncılığı, veri gazeteciliği ve yazılım geliştirme konularında deneyimli uzmanlardan oluşuyor. En yeni teknolojik olanakları kullanarak, araştırmacı gazeteciliği ve interaktif haber sunumunu dijital çağın gerektirdiği biçimde yapmaya çalışıyorlar.
Dikkat çekici bir diğer özellikleri, mesleki eğitimler vermeyi faaliyetlerinin merkezine koymuş olmaları. Hem gazetecilere hem de sokaktaki vatandaşa yönelik kapsamlı eğitim programları düzenliyorlar. Bilgiye erişim hakkı ve bilgiyi paylaşma olanaklarının daha etkin biçimde kullanılmasını sağlayarak, herkesin toplumsal hayata demokratik katılım seviyesini artırmayı amaçlıyorlar.
Diğer medya kurumlarıyla işbirliği
Birçok medya kurumuyla işbirliği halinde olan CORRECT!V, yaptığı araştırmaları ve haberleri irili ufaklı çeşitli gazete ve dergilerle, radyolarla ve TV kanallarıyla paylaşıyor. Eğer herhangi bir başka medya kurumuCORRECT!V’e bir araştırma siparişi verirse, tabii ki tamamlanan rapor öncelikle sadece o kurumun kanalında yayımlanıyor. Ama birkaç gün sonra raporun tüm içeriği CORRECT!V’in kendi sitesinde de herkesin erişimine açık olarak paylaşılıyor. Bunu yaparken, küçük bütçeli ve dar olanaklı yerel gazetelere ücretsiz içerik desteği sunmaya da özellikle çaba gösteriyorlar. Sergiledikleri bu dayanışma ruhunun, gazetecilik mesleğinin geleceğini kurtarmakta önemli bir rol oynayacağına inanıyorlar.
Kitlesel fonlama yöntemi
CORRECT!V, serbest çalışan (freelance) gazetecilerle de proje bazlı işbirliği yaparak, onların araştırma projelerine finansman kaynağı yaratabilmek için “kitlesel fonlama / crowdfunding” yöntemini kullanıyor. Hem içerik hem de maddi açıdan gerçekleştirilebilir bulunan projeler için bir “kitlesel fonlama” kampanyası başlatıyorlar. Eğer söz konusu proje öngörülen sürede yeterli fonu toplayamazsa, CORRECT!V yine o gazeteciyi yalnız bırakmıyor ve kendi imkanlarını kullanarak projeyi finanse ediyor.
Başarılı işlerden birkaç örnek
Generation E”: Yeni bir iş bulmak ve yeni bir hayata başlamak için Güney Avrupa ülkelerinden Almanya’ya göç eden AB vatandaşı gençlerin öyküleri.
Weisse Wölfe”: Almanya’daki aşırı sağcı yasadışı örgütlenmelere farklı bir bakış açısı. Çizgiroman formatında bir röportaj.


30 Ekim 2015 Cuma

Laki Vingas röportajı - 25 Nisan 2015

“Devlet üç dört bin Rum Yunanlının buraya gelmesini sağlamalı”



Punto24 Bağımsız Gazetecilik Platformu (P24) ve Friedrich Ebert Stiftung (FES) tarafından geliştirilen “Geçmişle Yüzleşmek, İleriye Bakmak” programı kapsamında, Laki Vingas’la bir söyleşi yaptık.
Laki Vingas, Türkiye’deki Rum toplumunun “eşit vatandaşlık” talepleri, geçmişle yüzleşmek ve Rumların kendi geleceğini yeniden kurması konularındaki çalışmalarını anlattı.
Melih Cılga — Twitter: @melihcilga
Rumların “eşit vatandaşlık” talepleri ve geçmişteki hak ihlallerinin telafi edilmesine yönelik çabalarının bugün ana akım medyada yeterince ve hakkaniyetli biçimde yer bulamamasının sebepleri neler olabilir sizce?
Bence “eşit vatandaşlık” kavramının algılanışı yalnızca Rumlarla alakalı bir sıkıntı değil, Türkiye’nin genelinde de “eşit vatandaşlık” algısında bir sıkıntı var. Eşit vatandaşlık algısı bir kültür meselesidir ve burada eğitimden kaynaklanan bir kültür sıkıntısı var. Eşit vatandaşlık algısını yalnız dominant olmaya, yalnız güçlü olmaya bağlıyoruz. Hayır, öyle bir şey yok.
Sizce bu algının ta Osmanlı geleneğinden gelen “hâkim millet” algısıyla bir ilişkisi var mı?
Tabii var. Çoğunluğun tabii ki bir hâkimiyeti söz konusu oluyor. Ama eşit fırsatlar, saygı, kültüre saygı, başkasının haklarına saygı gibi konularda sınırları çizen, o sınırların bilincini geliştiren eğitim altyapısında sıkıntı var. Dolayısıyla, bu Osmanlıdan günümüze gelen, Cumhuriyetin kuruluş aşamasında yaşanılan bütün o sıkıntılar ve empoze edilen şartlarla geliştirilen bir süreçti. Bütün bu süreçte hâkim siyasi sınıf, vatandaşlık kavramını ve niteliğini belirlemiştir. Görüyorsunuz, bugün Türkiye’de eşit vatandaşlık konusunda şikâyeti olmayan kimse yok. Solcusu da, sağcısı da, dincisi de, gayrimüslimi de, ateisti de, deisti de, herkes şikâyetçi. Burada eşit vatandaşlığın temelini yaratan demokratik haklar, anayasa, hukukun üstünlüğü, fırsat eşitliği gibi kavramlarda sıkıntı var.
Eşit vatandaşlık birgün yerleşecekse ve hak ihlalleri telafi edilecekse, sizce bunda medyanın rolü ne olabilir?
Ama gazeteciler de sistemin bir parçası, uzaydan gelmiyorlar. Gazeteciler de bu eğitim sistemiyle yetiştiriliyor. Onların da üzerinde siyaseten her zaman bir baskı vardı. En azından, dominant bir yapıyla medya her zaman kontrol altında tutulmuştur. Askeri dönemlerde, ondan sonraki iktidarlarda, bu her zaman olur belli oranlarda. Ama bu oran, orantısız hale gelince, tabii ki ne yapacak gazeteci? İşini kaybetmemek için, patronun lafını dinlemek için… Allah’tan şimdi teknoloji arttı, bazı gazeteciler kendini internet ortamında ifade edebiliyor. Ama eskiye giderseniz, hangi dönemlerde Türkiye medyası özgürdü? 40’larda mı, 60’larda mı, 70’lerde mi, 80’lerde mi, Cumhuriyet’in hangi tarihinde Türkiye medyası özgür olabildi ki? Dolayısıyla medyanın özgür olmadığı bir süreçte gazeteci de kendini ifade edemiyor. Şu anda belki teknolojinin ve sosyal medyanın sunduğu imkânlarla sanıyorum çok daha özgür, çok daha liberal görüşler ifade edilebiliyor. Dolayısıyla ülkenin bütün problemlerinin temelinde bir eğitim ve kültür problemi var. Eşit vatandaşlığı, hukukun üstünlüğünü, fırsat eşitliğini savunacak, hak ihlallerine karşı çıkacak gazeteciler de bu kültürün içinden doğar.
Demokratik haklardan eşit biçimde yararlanma konusunda en büyük mağduriyeti yaşamış ve yaşamakta olanlardan biri de Rum cemaati. Acaba Rumlar bu haklar ve eşitlik gibi konuların Türk kamuoyuna daha iyi anlatılmasında bir sözcülük rolü üstlenebilir mi?
Rum cemaati deyince sayısal olarak çok küçük bir cemaatten bahsediyoruz. Ama fikirsel yapısı, tarihi, kültür mirası, organizasyon şeması çok büyük. Şu anda giydiğimiz elbise beş beden büyük, taşımakta zorlanıyoruz. Çok büyük bir kültür mirasınız var, yetmiş tane vakfınız var, okullarınızı açık tutmaya çalışıyorsunuz. Burada verilen mücadelenin yüzde ellisi, atıl mücadele. Çünkü siz geçmişinizle kendinizi mukayese ederek, geçmişi muhafaza etmeye çalışıyorsunuz. O yükü, o büyüklüğü, o boyutu muhafaza etmeye çalışıyorsunuz. Şimdi bu kadar tarihsel süreçten geçmiş bir topluma birden bire pragmatist bir iş adamı gibi yaklaşıp, “Ne gerek var üç tane okula, kapat bir tane kalsın, ne gerek var yetmiş tane vakfa, birleştir iki tane kalsın” gibi çok pragmatist, realist çözümler getirirseniz, tepki alırsınız. Ama ben bu yaklaşımı savunanlardan bir tanesiyim. Ben de pragmatik bakan, reel politikaya bakan bir adamım. Ama karşınızda öyle kökleşmiş bir tarih, kültür, gelenek var ki, bundan kaynaklanan o kadar tepki verebilecek insan var ki, siz bu kadar basite indirgeyip “Hadi bunları kapatalım, hadi paramızı böyle harcayalım, bu okulları niye açık tutuyorsunuz?” gibi basit paradigmalarla ilerleyemiyorsunuz. İlerleyememeniz de çok normal. Çünkü sizin bir tane okulunuzun tarihi 1454’te başlıyor (Fener Rum Lisesi). 1454’te başlayan bir dev var karşınızda. Hangi güç, hangi yürek onu kapatabilir, fonksiyon değişikliğine götürebilir? Şimdi bunları anlatabilmeniz gerekiyor.

Kendi varlığımızı pekiştirmek ve kendi yarınlarımızı yaratmak istiyoruz”

Bu düşünceleri arkadaşlarımla paylaşabilmek için 2006’da “İstanbul’da Buluşma: Bugün ve Yarın” başlıklı bir konferans yaptım. O günlerde gazetelerde “Rumlar bitti, son Rumlar; sayıları 1450 küsurdu, iki tane daha öldü” gibi haberler çıkıyor. Yunanistan’da da bizim hakkımızda “Rumların son kalesi” gibi manşetler çıkıyor. Biz burada üzülüyoruz, sıkılıyoruz, kendi kendimize “Son değiliz, devam edeceğiz” diye iddia ediyoruz. O noktada, arkadaşlarıma “Geleceğimiz hakkında konferans yapalım” önerisini getirdim. Yaparsan destekleriz, cevabını alınca da, kapı kapı dolaşmaya başladım. 2005’te Yunanistan’a gittim, orada İstanbullu Rumlarla buluşup tanıştım ve İstanbul’da konferans yapma düşüncemi anlattım. Başlangıçta bana “Sen delisin” dediler. Çocuklarınızı okumaları için Londra’ya Paris’e değil İstanbul’a gönderin, orada eğitim alsınlar, belki orada kalırlar, dedim. Sonunda ikna ettim. Ama konferansı yapabilmek için bir taraftan İstanbul’daki Rumları ikna edeceksin, bir taraftan devleti ikna edeceksin, çünkü devlette başka bir paranoya var. İki sene evvel, bir Kürt konferansı olmuş, bir Ermeni konferansı olmuş, son derece siyasi nitelikli konferanslar. Şimdi ben devletin reflekslerini reflekslerini biliyorum, “Tamam bunlar düşman oldu. Ermeni, Kürt, Rum, üçgeni tamamlıyor” diye bakıyorlar. Bu sefer devlet kurumlarına gidip gelmeye başladım, “Bakın biz hiçbir siyasi hesap peşinde değiliz, kendi varlığımızı pekiştirmek ve kendi yarınlarımızı yaratmak istiyoruz” diyorum. Var olduğumuzu, burada varlığımızı sürdüreceğimizi, İstanbul Rumlarının merkezinin bu şehir olduğunu, burada bu kültürü yaşatmak azminde ve kapasitesinde sahip olduğumuzu göstermek istedik. 2005’te Zoğrafyon Mezunlar Derneği Başkanı sıfatımla düzenlemiştim bu konferansı. Bugün 2015’teyiz, şimdi 2025’i planlamamız gerekiyor.
Devlet yetkililerine “Biz siyaset yapmak peşinde değiliz, kendi geleceğimizi kurmanın peşindeyiz” demeniz acaba “Geçmişe yönelik hak ihlallerinin telafi edilmesi, devletin Rumlardan özür dilemesi gibi bir talebimiz şu anda yok” anlamına da geliyor muydu?
Hiçbir gizli gündemimiz yoktu, çok net ve naif bir toplantıydı. Benim orada yaptığım olay, bu birliği sağlamak, bu algıyı pekiştirmek, dikkatleri buraya çekmek ve buradaki tarihimizi, hayatımızı, varlığımızı devam ettirmek. Aynı zamanda, insanların özgürce kendi düşündüklerini ifade etmesini sağlamak istedim. Benim açık ve şeffaf bir toplum yaratmaktan başka hiçbir gündemim yoktu. Toplumun bireyleri kendini nasıl ifade edecekse etsin. Özür talep edebilir, başka bir şey talep edebilir. Benim böyle bir amacım, gündemim yoktu.
Özür meselesini Rum cemaati içerisindeki tekil bireylere bırakıyorsunuz o zaman, diyebilir miyiz?
Evet. O toplantımızın hiçbir gizli gündemi yoktu, altını çizerek söylüyorum, son derece naif ve temiz bir toplantıydı. Bunu da zaten son 10 yıllık süreç içerisinde devletin birimleri de kamuoyu da görmüştür.
Hak ihlallerinin ve adaletsizliklerin telafi edilmesini istemek de “temiz olmayan” bir konu değil zaten.
Tabii, hak ihlallerinin giderilmesini istemek de temiz ve naif bir talep, onu da yaptık. Ama o toplantıda bizim öncelikli amacımız, kendimizi sınamaktı. Biz var mıyız, böyle bir kapasitemiz var mı, bunu göstermekti. Oradaki konuşmamda “Biz iki ülkenin oyuncağı olmaktan yorulduk, birilerinin kavgası arasında malzeme olmaktan yorulduk, biz Lozan’ın azınlıkları ilgilendiren maddelerinin iki ülke arasındaki yorumlanış biçiminin bir oyuncağı olmaktan yorulduk.” dedim.
Aslında Lozan, gayrimüslim azınlıkların haklarına güvence sağlamak amacıyla Batılılar tarafından bu şekilde yazıldı, ama Türk devleti Lozan’ı kendi kolayına geldiği şekilde yorumlayarak uyguladı, diyebilir miyiz?
Mutabıkım, yüzde yüz mutabıkım. Ama gerçekçi olalım. 100 sene Lozan’a riayet etmeyen bir süreç yaşamışız. Artık ben azınlık haklarının devamlı Lozan üzerinden gündeme getirilmesine, böyle bir algı yaratılmasına karşıyım. Çünkü, bir, Lozan hiçbir zaman uygulanmadı. İki, Lozan’ı imzalayan yedi sekiz yabancı ülkenin hiçbirisi Türkiye’nin kapısını çalıp bizim azınlıkların problemlerini, sıkıntılarını sormadı, bunun peşine düşmedi. Şimdi bırakalım, Lozan’ın bu azınlık konularında ne kadar faydalı olduğunu hep birlikte yaşadık. Dolayısıyla ben 21. asırda Lozan’a atıfta bulunarak gelecek yaratmak istemiyorum, ben buna karşıyım.
O zaman yeni bir diyalog zeminini sıfırdan gayrimüslimlerin kurması gerekmiyor mu?
Onu yapıyoruz zaten. Lozan imzalandığı zaman Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi yoktu. Şimdi o varken ben ne diye sadece Lozan’a gireceğim? Lozan’ın bizimle ilgili maddeleri hiç uygulanmadı zaten, artık ben günlük hayatımda Lozan’ın maddelerine sığınamam. Ben günlük hayatımda fırsat eşitliği, şeffaf bir toplum, demokratik bir toplum, kendimi özgürce ifade edebileceğim, özgürce eğitim alabileceğim, kurumlarımı istediğim gibi, kendi imkânlarım ve ihtiyaçlarıma göre şekillendirebileceğim özgürlüğü istiyorum.
Devletle bir diyalog yürütmek farklı bir iştir, savunduğunuz bu demokratik değerleri “sokaktaki vatandaşa” ve Türkiye kamuoyuna anlatmak ise daha farklı bir iştir, diye ayırabilir miyiz? Özellikle de iletişim yaklaşımları açısından, devlete ve kamuoyuna konuşmak arasında ne gibi farklar var?
Unutmayın ki, siyaset de bürokrasi de netice itibariyle kamuoyundan çok etkilenen ve kamuoyunu etkileyebilecek güçler. Siyaset de bunu istiyorsa medya üzerinden kamuoyunu etkileyebilir. Örneğin Cumhurbaşkanı Erdoğan başbakanken Atina’ya giderken bürokrasiye bir talimat verdi, “Gayrimüslim insanlar bizim vatandaşımızdır, eşitlik sağlayın, işlemlerinde zorluk çıkartmayın” dedi. Veya örneğin hem Erdoğan’dan hem Arınç’tan çok sık duyduğumuz gibi, “Malları mülkleri iade ederken biz size bir jest yapmıyoruz, bu mülkler size aittir. Devlet tarafından el konmuştu. Bunların iade edilmesi sizin hakkınızın iadesidir” gibi mesajlarla kamuoyunu bilinçlendirdiler. Ayrıca doğaldır ki, bu konuda kamuoyunu yönlendirmek açısından, medyadaki çalışanların ve akademisyenlerin rolleri çok büyüktür. Onun içindir ki şu anda ben bir akademik platform çalışması içine giriyorum Bilgi Üniversitesi’yle İnsan Hakları Merkezi çerçevesinde. Ben Rum cemaati içerisinde yirmi yedi yıldır çalışıyorum. Ama altı yıl boyunca da, devlet-azınlık ilişkileri çerçevesinde bütün cemaatleri temsil etmek gibi bir onur taşıdım. Şimdi de yine aynı hızla, ama Vakıflar Genel Müdürlüğü dışında, farklı platformlarda, AB projeleriyle ve farklı konseptlerle çalışmalarıma devam ediyorum. Devlet ve azınlık cemaatleri ilişkisinde çok önemli algısal, hukuksal, sosyolojik gelişmeler sağlandı. Buna rağmen, cemaatlerin yapısı itibariyle, kendi iç dinamikleri ve zaafları itibariyle, cemaatler o kadar gerideler ki, özellikle de küçük cemaatler. Ermeni cemaati biraz daha ilerde, sayısal olarak daha fazla olduğu için. Burada öyle bir hız farkı yaşıyoruz ki, mesela Türkiye %5 büyüyorsa bir senede, azınlıkların 10 sene boyunca her sene %15 büyümesi lazım ki ülkenin temposunu yakalayabilsin, ülkenin doğal sürecine girsin. Çünkü çok geriden geliyor.
Çok engellenmiş, çok bastırılmış cemaatlerden bahsediyoruz.
Evet, çok engellenmiş, çok bastırılmış, çok sıkıntılar yaşamış. Kendi fiziki ve ruhsal yapısı da bozulmuş. Bazen “suni bir toplum” haline geldiğimizi düşünüyorum. Mesela bu ifadeyi bazen Rum toplumu için kullanıyorum. Yani etiketi ve belli bir oranda da itibarı, realitesiyle çok orantısız, çünkü ülkenin veya günümüzün şartlarına ve fırsatlarına hitap edemiyor. Ne fırsatları gerçek anlamda pozitif biçimde geliştirebilecek insan sayısı ne o şantiyeleri götürebilecek bilgi ve know-how sahibi var, ne de şu anda Türkiye’nin yirmi tane kuruluşunda üst kademelerde, yirmi tane değil on tane bile Rum bulamazsınız.
Bunun ağırlıklı sebebi Rum cemaatinde yaş ortalamasının çok yüksek olması mı?
Yaş ortalaması, sayısal zaaf, eğitim problemi, geçmişten gelen sıkıntılar…
Bir de “geri dönüş” konusu var. Zorla sürgün edilmiş Rumların içerisinden Türkiye’ye dönenler oldu mu, yeniden vatandaşlık hakkı talep edip alanlar, hatta buradaki mülklerinin tazmin edilmesi konusunda girişimleri olanlar oldu mu?
55’te gidenler, 64’te gidenler, 74’te gidenler… Ben geri dönüş konusuna da biraz farklı bir perspektiften bakıyorum. O insanların veya onların çocuklarının geri dönmesi gibi kısır bir çerçeve içinde bu olayın geliştirilmemesi gerekiyor. Bu insanların haklarının iadesine evet, vatandaşlığının iadesine evet, varsa mallarının iade edilmesi veya tazmin edilmesine evet, yüzde yüz katılıyorum. Ama bu ülkenin Rum cemaatine bir de farklı bir jest yapması lazım, pozitif anlamda. Bu kadar büyük kültüre sahip bir toplumun gelişebilmesi için insan sayısına ihtiyacı var. Son elli yılda Türkiye’ye gelenlere bakarsanız, Suriye’den, Irak’tan, Afganistan’dan, Rumeli’den Bulgaristan’dan en az dört beş milyon insan geldi. Devlet, üç bin tane dört bin tane Rum Yunanlının buraya gelmesini sağlamalı. Devlet isterse bunu yapabilir. Geri dönüşü zaten normal sürece bırakırsak, elli senede çok az adım atarız. Çünkü İstanbul zor ve pahalı bir şehir, bıraktıkları İstanbul değil.
Kaç kişinin tazminat talebinde olumlu ilerlemeler oldu?
Mülklerini mahkeme yoluyla geri alanlar ve satanlar oldu, tam sayısını bilmesem de, bence herkes kendi malının mülkünün peşinde şu anda. Çok büyük gelişmeler yaşandı. Vatandaşlık konusunda da Türk diplomasisi çok cömert Atina ve Selanik’te. Hem Gökçeadalılara hem İstanbullulara, kim talep ediyorsa, hukuk çerçevesindeyse, son iki üç yıldır vatandaşlık hakkını çok hızlı veriyor. Ama insanlara kendi başınıza gelin İstanbul’da iş bulun derseniz, ancak otuz tane pilot gelir. Bu insanların zaten intibak etmesi de mesele, üç beş sene kalıyor ve gidiyor. Ama devlet diyebilir ki, “Ben TOKİ’den dört bin tane daire veriyorum, üç yıllığına beş yıllığına. Bir sağlık kartı veriyorum. Geçmişte devletin arınma ve temizlik politikalarıyla biz sizi kovduk 1964’te. Şimdi geçmişi düzeltmeye ilişkin bir adım atalım.” Devlet böyle bir teşvik sağlayıp jest yapabilir. Devletin böyle bir adım atması, büyük bir enerji yaratacaktır. Dört bin beş bin insana böyle bir teşvik verilirse, İstanbul’daki Rumlara dahil olan bu insanlar şartları zorlamaya başlayacaklardır. Neyi zorlamaya başlayacak? Çalıştıkları yerlerde yönetim kadrolarına gelmeyi zorlayacak, eğitim sistemimizin kalitesini zorlayacak, talepkar olacaklar.

“Gayrimüslim cemaat vakıfları haricinde seçme ve seçilme hakkından mahrum kalan hiçbir tüzel kişilik yok!”

Rekabetsiz toplum benim için suni toplumdur. Ben de şu anda kendi toplumumu rekabetin olmadığı bir toplum olarak görüyorum. Onun içindir ki benim en büyük amacım, inşallah bu seçim yönetmeliği çıkarsa ki, çıkması lazım, iki senedir çıkmıyor biliyorsunuz. Bu iktidarın büyük bir yaptırımıdır. Yani ben sana evini veriyorum, ama kullanım hakkını da ben tutuyorum; olur mu böyle şey? Yani sen bana bina iade ediyorum diye propaganda yapıyorsun, ama seçme seçilme hakkımı elimden alıyorsun. Türkiye’de gayrimüslim cemaat vakıfları haricinde seçme ve seçilme hakkından mahrum kalan hiçbir tüzel kişilik yoktur. Bu kadar anti-demokratik ve keyfi bir uygulama olur mu? Onun için ben bu tüzel kişiliklerin seçme ve seçilme hakkı konusunda bastırıyorum ve bastırmaya devam edeceğim. Tüzel kişilik konusunu çözünceye kadar mücadelem devam edecek. Cemaat vakıfları içerisinde seçim sisteminin yerleşmesini istiyorum çünkü denetleme sisteminin de yerleşmesini istiyorum. Kendi denetimi olmayan, kendi kendini yenileyemeyen, muhalefeti olmayan, rekabeti olmayan bir toplum suni toplumdur. Azınlık vakıfları ve devlet arasında çok olumlu gelişmeler olmuş olmasına rağmen, biraz önce gelişme hızları arasındaki farktan bahsettik ve gayrimüslim cemaatlerinin çok daha hızlı gelişmesi gerektiğini söyledim. Ama o hızı yakalayabilmek için, daha özgül daha bağımsız bir parametrenin varlığına ihtiyaç hissettim ben bu altı yedi yıllık süreçte. Devlet kurumları olsun, cemaat yapıları olsun, hep bir temkinlilik var, geçmişten gelen. “Ya bütün her şeyi hemen vermeyelim, her şeyi pozitif görmeyelim” şeklinde. Her pozitif adımda bir şüpheyle yaklaşma geleneği var. Devlette “Azınlıkların haklarını dilim dilim verelim, parça parça verelim” yaklaşımı var ki bu bir realitedir. Biz de parçaları toplayıp eksiklerimizi tamamlamayı hayal ediyoruz. Farkındayım, ama yapacak bir şey yok. Şimdi buna rağmen yeni fikirler, yeni teoriler, yeni uygulamalar üretmek gerekiyor. Bu konularda devleti de eğitmek lazım, cemaatleri de eğitmek lazım. Onun için ben diyorum ki, bir akademik platform sağlarsak, orada bazı gençlerimizin mastırını, doktorasını, atölyelerini teşvik edersek, hem azınlık konularında dünyayla bütünleşmiş oluruz, hem Türkiye gibi azınlık problemleri olan, yıllarca bu sancıları yaşayan ve bundan deneyimler çıkaran bir ülkenin enerjisinin başka ülkelerle etkileşime girmesini sağlarız.
Türkiye’deki kamuoyunun ve sokaktaki vatandaşın Rumlar hakkındaki düşünce ve yargılarını olumluya çevirmek için neler yapılabilir? Sizce Türkler Rumları ne kadar tanıyor?
On sene öncesine kadar Rumlar bir devletin resmi tarih kitaplarından, iki Patrikhane hakkındaki “Yok efendim Büyük Ortadoğu Projesi’nin parçasıdır, Vatikanlaşıyor, ekümeniklik istiyor” gibi saçma sapan şeylerle bilinirdi. Şimdi görüyorsunuz ki ekümeniklik bir problem olmaktan çıktı on senede, kullanılıyor, kullandırtılıyor, Türkiye’de patriğimize ekümenik sıfatıyla fahri doktoralar veriliyor. Bu kadar basitti. Ama iki şey var burada. Patrikhanenin günümüzün şartlarında “bir numara olma” sıfatını yalnız teorik bir sıfat değil de fiiliyatta uygulayabilmesi için ciddi anlamda desteğe ihtiyacı var. Bu da Türk devletinin tercihleriyle orantılı bir şey. Yani devlet burada güçlü bir kilise mi istiyor konjonktürel olarak, yoksa küçücük, zayıflamış, herkesin zayıf olduğunu bildiği, ama tarihsel sistem içinde “bir numara olmayı” teorik olarak temsil ettiği bir kilise mi istiyor?
1923’te devlet tarafından kurdurtulan Bağımsız Türk Ortodoks Patrikhanesi, devletin zayıf bir Fener Rum Patrikhanesi istediğinin kanıtı sayılabilir mi? Hem sizin cemaatine ait üç tane kiliseye de el koymuş durumlar, değil mi?
Evet, ama ben şimdi 21. yüzyıldan bahsediyorum, o 20. yüzyılın kalıntıları. İşgal edilmiş dört kilise vardı birisi yıkıldı, kalan üç kiliseyle ilgili dava açtık, bize geri verilmesini talep ediyoruz. Hukuki olarak en azından 1965’te elimizden alınan iki tanesi, yüzde yüz bizim. Daha da acısı, bize baskı olsun diye, bizim yapımızı kültürümüzü böyle bozan bir ailenin vefat eden kişileri ve kendi kendilerini patrik ilan eden şahısların mezarları, bizim Rum kabristanının kilisemizin önüne, koskoca iki tane anıt mezar gibi konuldu, “patrik” unvanlarıyla bize empoze edildi devlet tarafından ve hala oradalar. Şimdi bu semboller var oldukça, geçmişi unutmak mümkün olmayacak. Ben tabii ki geçmişle yaşamaya karşıyım, ama geçmişi unutalım da demiyorum, ama ilerlememiz de lazım.
Geçmişle yüzleşmek şartıyla ileriye bakmak en doğru stratejidir, denilebilir mi?
Evet, yüzleşiyoruz zaten, ben yüzleşmeyelim demiyorum. Ama yüzleşelim diye de otuz senemi kaybetmek istemiyorum, zamanım yok çünkü. Yani ben yüzleşeyim ama sıfırlanayım da istemiyorum. Bazı insanlarımız yüzleşme için yatırım yapıyor, ben ise var olma, pekişme ve kök salmak için uğraşıyorum. Yüzleşmek için farklı ortamlar, imkânlar mevcut. Mesela Gökçeada’daki okul gibi. Gökçeada’daki ilkokulu açtırırken Milli Eğitim Bakanlığıyla ben üç sene çalıştım. Şu anda çok az öğrencisi var belki, çünkü hala şüpheler hala endişeler var.
Ortalama Türk vatandaşının, Türkiye kamuoyunun Rum cemaatini ve tarihini daha iyi tanıması için neler yapılabilir sizce?
Öncelikle, her yaptığımızı şeffaf bir şekilde yapmalıyız ve sadece cemaat vakıfları üzerinden değil, yeni oluşumlar da yaratmak gerekiyor. Mesela 2010 yılında İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olması kapsamında, Rum mimarlar hakkında bir proje yaptım. Bu projeyle kamuyla temas ettik, Kalkınma Ajansı’ndan temsilciler istedik, birlikte Gökçeada’ya, Hatay’a gittik. Kalkınma Ajansı’nın projelerini, teşviklerini halka sunduk, paylaştık. Geçen sene Gökçeada’daki etkinliğe yüz kişiyi götürdük, herkes ilgilendi. İşte budur. Bugün İstanbul’da yaşayanların hürmetini, saygını kazanacak bir şey yapmak ve insanların dikkatini Rum cemaatine çekmek istiyordum. Örneğin, İstanbul’da insanlar Çiçek Pasajı’nın önünden geçerken, o binayı Rumların yaptığını bilsinler istedim. Zoğrafyon Lisesi Mezunlar Derneği başkanı olarak, “Batılılaşan İstanbul’un Rum Mimarları” sergisini yaptım 2010 yılında. Ama bu projeyi 2010 ajansına kabul ettirirken de zorlandık. İsminde “Rum” geçtiği için, “bir kimliği öne çıkarıyor” gerekçesiyle kabul etmek istemediler önce. “Rum mimarlar yerine, Helen mimarlar deyin” önerisini getirenler de oldu. Tüm bunların içinden geçerek ben o projeyi ortaya çıkardım. Bu sergi şu anda Amerika’da, 22 veya 23 Mayıs’ta da Gökçeada’ya gelecek.
2010’da başlayıp bugüne kadar devam eden böyle önemli bir kültür projesinin (“Batılılaşan İstanbul’un Rum Mimarları”), Türkiye’de ana akım medyada haber olmamasının sebebi nedir sizce?
Bilmiyorum. Bu konuda büyük gazetelere röportajlar verdiğim halde, yayımlamadılar. Hassas konulara girdiğiniz zaman yayımlamıyorlar… Biz özellikle ilk aşamada İstanbul’da Rum kimliğini, yalnızca kilise hüviyetiyle sınırlı değil, Rum toplumu olarak da hayatımıza devam ettiğimize dair algıyı pekiştirdik. Hem kendimizde, hem yurtdışındaki Rumlarda hem de devlette bu algıyı oluşturduk. Şimdi İzmirli Rumları organize etmeye çalışıyorum. Altı yıldır Gökçeada’yı organize etmeye çalışıyorum bir okulla. Neden okul? Okul olmazsa gelecek yok demektir. Gökçeada’yı tamamen yaşlılara bıraktılar. Yaşlılar üzerinden yapılan yüzleşmeden çok, gençlerle ve gelecek üzerinden yapılacak yüzleşme, bana daha çok şey ifade ediyor. Şimdi benim hedeflerim arasında bu akademik platform projesi var, Gökçeada’da ortaokul ve liseyi açtırmak için çalışıyorum. İzmir’deki Rum cemaatini de kurumsallaştırmak, orada da bir dernek kurmak istiyorum. Yalnız kilise ve ibadet üzerinden var olmak değil, toplum olarak da var olmayı ve aktif olmayı savunuyorum her zaman. Sistemimizi geliştirecek bir yapıya ciddi anlamda ihtiyacımız var. En fazla güvendiğim nokta, çok çalıştığım ve ümit ederim ki mahcup olmayacağım konu, yeni seçim yönetmeliğinde vakıfların yönetiminin birleşmesi. Bizim şu anda yapımız ve nüfusumuz itibariyle, yetmiş tane vakfı ve yanında dernekleri böyle zor bir şekilde ayakta tutmak gibi bir lüksümüz yok. Yaptığımızı zannediyoruz. Bizim vakıf sayımızı azaltmamız lazım. Yani biz yetmiş tane yönetim kurulu oluşturmak yerine, yirmi tane oluşturalım. Böylece rekabet ortamı yaratmış olacağız. Bu yaklaşım, hazırladığımız seçim yönetmeliği taslaklarında var.
Sürdürdüğünüz AB projesi kapsamında yeni yayımladığınız “Azınlık Vatandaşları — Eşit Vatandaşlar: Rum Cemaati Üzerine Çalışma Metinleri” isimli kitapçığı neden çok önemsediğinizi anlatabilir misiniz?
2011’de Rumvader derneğini kurduk, altı ay sonra dernek adına, “Azıklık Vatandaşları — Eşit Vatandaşlar” başlıklı bu Avrupa Birliği projesine başvurduk. Bu projenin amacı genel kamuoyuna azınlık vatandaşlarını anlatmak değil, kendi cemaatimi eğitmek. Ben bu projeyle kendi cemaatimdeki insanları eğitmek istiyorum, azınlık vatandaşlarını nasıl “eşit vatandaş” bilincine taşıyabileceğimin cevabını arıyorum. Kendi vatandaşıma “Sen eşit vatandaşsın, ikinci sınıf vatandaş algısından çık, mesuliyetlerini de bil, taleplerini de bil, kendini ifade et” diyorum. Bu çerçevede en son bu kitapçığı hazırladık. Ben biliyorum ki bu kitap Rum cemaatinden ve patrikhanenin bazı fertlerinden tepki alacak. Kendi içimizden insanlar bizim zaaflarımızı açıkça dile getirdiği için tepki verecek. Ama ben bilerek yaptım. Bu kitap için, biraz dinamik düşünen, kendini özgürce ifade edebilen akademisyenlerden rapor istedim ve bu makaleler hiç sansürlenmeden, olduğu gibi yayınlansın istedim. Bize bakıp izleyen insanların görüşleri bunlar. Bu özgür eleştirilere bakarak eğer eksiklerimiz varsa tamamlamaya çalışacağız. Yeni anlayışımız bu. İnsanlar özgürce konuşsun istiyorum. Biz kendimizi gizledikçe, sınırladıkça, kendimizi hapsediyoruz. Hapsolmuş bir toplum büyüyemez. Tenkit edilen, dinamik ve rekabet ortamı içinde olan bir toplum büyüyebilir. Ben kendi toplumumu iyileştirmek, geliştirmek, güncelleştirmek istiyorsam, hukukun üstünlüğüne, fırsat eşitliğine dayanan, hesap verebilen, denetlenebilen bir toplum istiyorsam, eksiklerimi de paylaşmam lazım.


29 Ekim 2015 Perşembe

Türkiye'deki Suriyeli Mülteciler ve STK'lar

Suriyeli Mültecilere Destek Olan Ulusal ve Uluslararası Sivil Toplum Kuruluşları



STK’ların interaktif Ağ Haritası (Network Graph via @graphcommons). Ağ haritasını tam ekran incelemek için tıklayın

Suriyeli mültecilerin Avrupa’ya akınını durdurmak isteyen AB’nin Türk hükümetine teklif ettiği işbirliği planında, Türkiye’de kalacak mültecilerin burada hangi koşullarda nasıl yaşayacakları konusunda ciddi belirsizlikler var. Asıl soru şu: Suriyelilerin bugün Türkiye’de nasıl bir çaresizlik ve sefalet içerisinde olduğunun kim ne kadar farkında ve bunu kim ne kadar umursuyor?

“Çaresizlik ve sefalet” kimilerine fazla iddialı gelebilir, ama ister kampta ister şehirdeki bir mahallede yaşasın, insanların “yaşama memnuniyeti” seviyesi, içinde bulundukları toplumda ne kadar kabul gördükleriyle, topluma ne kadar entegre olduklarıyla orantılı bir konu. Eğer her gün binlerce kişi ölüm tehlikesini göze alarak Yunanistan’a kaçıyorsa, Türkiye bu insanlara “normal bir hayat” umudu sunamıyor demektir.

AB istiyor diye Türkiye’nin sınır kontrollerini sıkılaştırması bu göç trafiğini belli oranda azaltabilir belki, fakat tamamen durdurmaya yetmeyecektir. Eğer bir mülteci bir ülkede kendisi ve ailesi için gelecek umudu göremiyorsa, bir yolunu bulup başka bir ülkeye gitmeyi mutlaka dener; ilk denemede başarısız olsa bile birgün mutlaka yeniden dener. Hiçbir güvenlik önlemi, insanca koşullarda topluma entegre olarak “normal bir hayat” yaşayabilme isteğinin önüne geçemez.

Yardımların dağıtılmasında şeffaflık
Türkiye’de devletin mülteci politikasına toz kondurmak istemeyenler, 2 milyon mültecinin yükünün sadece Türkiye tarafından üstlenildiğini, son dört yıl boyunca Batılı ülkelerin yeterince yardım etmediğini öne sürüyor. Aslında durum tam öyle değil. Türkiye uluslararası kurumlara “siz yardımı bana verin, ben dağıtırım, ama kimseye de hesap vermem” diyor. Batılı kurumlar ise şeffaflık ve hesap verebilirlik prensiplerine göre çalışmak istiyor, yardımların adaletli ve etkin biçimde dağıtılması için uluslararası denetime açık bir süreçte aktif rol ve sorumluluk almak istiyor.

Suriyeli mülteciler konusunda dış yardımlara kapalı olmak ve uluslararası sivil toplumla işbirliğinden uzak durmak, öteden beri Türk hükümetinin bilinçli bir politikası oldu. Ancak şimdi yavaş yavaş da olsa bu politika biraz yumuşatılıyor. Örneğin, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) mülteci akınının yeni başladığı 2011’de Suriye sınırından giriş yapanları kayıt altına alma işleminde yardımcı olmayı teklif etmişti, ama bu teklif Türk hükümeti tarafından reddedildi. UNHCR gibi bir örgüt bile, başlangıçta AFAD kamplarına sokulmadı. Ancak Ekim 2012’den itibaren BM örgütlerine çok sınırlı olarak kamplara giriş izinleri verilmeye başlandı. Şu anda bile UNHCR’ın kamplara yönelik faaliyet izni sadece teknik destek ve “gönüllü geri dönüş” mülakatlarını izlemekle sınırlı.

Sadece yabancıların değil, ulusal STK’ların da kamplara giriş imkânları çok sınırlı. Yardım malzemelerini ya Kızılay üzerinden ya da kamp girişlerinde AFAD yetkililerine teslim ederek ulaştırabiliyorlar. Kamplar kamuoyuna ve her türlü sivil denetime de kapalı.
Haliyle, yerli ve yabancı STK’lar faaliyetlerini iki grup üzerinde yoğunlaştırmış durumdalar: a) Kamp dışında şehirlerde yaşayan Suriyeli mülteciler, b) Sınır ötesinde Suriye’nin içinde “yerinden edilmiş” insanlar.

Devletin boşluğunu STK’lar doldurdu
Savaştan kaçan mültecileri kabul ederek Türkiye’nin büyük bir iyilik yaptığı kuşkusuz doğru; fakat devlet şehirlerdeki mültecileri büyük oranda kendi kaderine terk edince, ortaya çıkan yardım ve hizmet boşluğunu doldurmak ulusal ve uluslararası STK’lara, yerel halka ve belediyelere düştü.

Devlet hala kontrolü elden kaçırmama korkusu ve “güvenlik devleti” refleksiyle çok yavaş hareket ediyor; hem kendisi yardım edemiyor hem de yardım edebilecek olanlara izin vermeyi geciktiriyor.
Uluslararası STK’ların İçişleri Bakanlığı’ndan çalışma izni alması, çok ağır işleyen bir süreç. Başvurular Dışişleri Bakanlığı, güvenlik ve istihbarat birimleri ile paylaşılıyor. STK’nın kayıtlı olduğu ülkedeki TC Büyükelçiliğinden bilgi talep ediliyor. STK’nın kara listede olmaması yani geçmişte Türkiye’ye yönelik olumsuz bir beyanatının olmaması şart; herhangi bir elemanının Türkiye’de turist vizesi ile çalışıyor olmaması da gerekiyor.

İzin başvurusu reddedilen ya da incelemede olan birçok uluslararası STK, yerel-ulusal STK’larla işbirliği yaparak, daha doğrusu onların adı altında mültecilere yardım yapmaya çalışıyor. İGAM-DER’in raporunda (1) belirtildiğine göre, tüm uluslararası STK’lar, para transferleri, maaş, ücret ve diğer masraflarının gerçekleşmesi gibi ciddi operasyonel sorunlarla karşı karşıya. Bu nedenle, izin alabilenler bile oldukça sessiz, kapalı ve daha çok Suriye içine yönelik faaliyet gösteriyor.

Yerel ve ulusal STK’lar
Ulusal STK’ların yardım faaliyetleri ağırlıklı olarak acil hayati ihtiyaç maddeleriyle sınırlı (gıda, giysi, barınak). İhtiyaç sahibi kitlenin genişliği ve imkânların darlığı nedeniyle, sağlanan sınırlı malzeme anında dağıtılıyor ve tükeniyor. Yardımların maddi kaynağı daha çok yine yerel iş çevreleri, belediyeler ve sokaktan, camiden toplanan bağışlardan geliyor. Çoğunluğu “inanç temelli” olan ulusal STK’ların yardım faaliyetlerinin dayandırıldığı bir plan, geleceğe yönelik bir strateji yok.

“Hak temelli” laik STK’lar ise daha çok yardım faaliyetlerinin ayrımcılık yapılmadan adaletli biçimde dağıtılıp dağıtılmadığını izlemeye, durumu raporlama çalışıyor. Uluslararası insani yardım ahlak normlarının hem STK’lar hem de resmi kurumlar tarafından ne kadar iyi bilindiğini ve ne kadar uygulandığını denetlemeye çalışıyorlar. Alevi ve Ezidi mültecilerin yardımlara erişmekte zorlandığına dair gazete haberleri herkesin hafızasında. Tabii bu laik STK’ların arasında da acil yardım desteği sunanlar var.

Olması gerekenden çok daha az sayıda uluslararası STK, acil gıda yardımının dışında, psikolojik destek ya da mesleki eğitim gibi uzmanlık gerektiren alanlarda destek olmaya çalışıyor. Oysa alanında uzmanlaşmış sivil kurumların sağlayabileceği planlı ve etkili insani yardıma duyulan ihtiyaç çok büyük ve acil. İzin başvurusu reddedilen uluslararası STK’ların bazıları tüm dünyada saygın isim yapmış, alanında uzmanlaşmış ve çok daha geniş imkânlara sahip kurumlar. Ama biz bu uluslararası uzmanlık ve tecrübelerden yararlanma olanağını kendi elimizle itiyoruz.

Uzmanlık gerektiren özel ihtiyaçlar
Mültecilerin içerisinde kadın, yaşlı, engelli, çocuk veya LGBT grupların özel sorunları, sosyal dışlanma ve ayrımcılık, savaş ve zorla yerinden edilme gibi büyük travmalar sonrası oluşan psikolojik problemler gibi özel uzmanlık gerektiren ihtiyaçları var. Ama “inanç temelli” ulusal STK’lar bu konuda yeterli uzmanlık, donanım ve kaynağa sahip değiller. Bu uzmanlığa sahip olup sahada aktif olarak çalışan “hak temelli” laik ulusal STK’ların ise mali kaynakları ve kadroları çok sınırlı.

Asıl problem ise şu: Hem bu uzmanlığa hem de gerekli finansman ve kadroya sahip olan “hak temelli” laik ulusal STK’lar, mülteci krizine sırtlarını dönmüş durumdalar. Türkiye’nin batı kesimlerinde, özellikle üç büyük kentteki nispeten güçlü STK’lar, kadın kuruluşları, barolar, çocuk STK’ları, meslek kuruluşları, işveren temsilcilikleri ve medya, Suriyeli mülteciler için herhangi bir yardım kampanyası başlatmış değil. Bazı büyük ulusal STK’ların böylesine ciddi bir mülteci sorununu görmezden gelmeleri, ancak bu insani konunun hükümet tarafından siyasallaştırılmış olmasıyla açıklanabilir. Kadroya ve finansmana sahip büyük ulusal STK’lar belki hükümetin genel Suriye politikasına mesafeli durdukları için mülteci krizinin insani boyutunu da görmezden geliyor, belki de harekete geçtiklerinde hükümetten destek yerine köstek göreceklerini düşünerek suskun kalmayı tercih ediyorlar.

Koordinasyon eksikliği
BM İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi’nin (OCHA) görevi, uluslararası, ulusal ve yerel STK’lar arasındaki koordinasyonu sağlamak. Türk hükümeti OCHA’ya sadece Suriye içerisindeki STK faaliyetlerini koordine etmekle sınırlı bir faaliyet izni verdi ve nihayet OCHA Gaziantep’te bir ofis açabildi. Oysa Türkiye’deki STK’ların faaliyetlerinin koordinasyonunda da ciddi bir boşluk var. Örneğin, “inanç temelli” ulusal STK’ların yabancı STK’larla ve uluslararası kuruluşlarla, özellikle UNHCR gibi BM kurumlarıyla bağlantıları çok sınırlı ya da hiç yok. Türkiye’deki yerli ve yabancı tüm STK’lar, birbirlerinden ilkesel olarak ayrıştıklarından, genelde faaliyetlerini birbirlerinden habersiz yürütüyorlar. Bilgi paylaşımı, kaynakları bir araya getirme gibi konularda büyük bir koordinasyon eksikliği var.

Mültecilerin çoğu, kentlerde kendilerine sunulan imkânlardan habersizler. Bilgi sadece gönüllü kişilerin çabasıyla ulaştırılıyor ve kulaktan kulağa yayılıyor. Valiliklerin, belediyelerin, STK’ların yerel olarak sağladıkları hizmetlerin medya ve diğer iletişim araçlarıyla, kent ve kırsal bölgelere yayılmış insanlara duyurulması acil bir ihtiyaç.
Bu alanda çalışan STK’ların faaliyetleri konusunda sağlanacak farkındalık, krize seyirci kalan çok sayıda ulusal STK’yı da teşvik edebilir. Sahada faaliyet gösteren STK’larla potansiyelleri olan diğer STK’ların bir araya gelip işbirliği yapmaları sağlanabilir. Türkiye’de kamu kurumlarının yetersiz kaldıkları alanlarda STK’ların daha fazla destek vermesi, mültecilerin “insan onuruna yakışır bir yaşam” ümidini güçlendirebilir.


Kaynaklar:
1) İGAM İltica ve Göç Araştırmaları Merkezi Raporu: “Sivil Toplum Örgütlerinin Türkiye’deki Suriyeli Mülteciler İçin Yaptıkları Çalışmalar” http://goo.gl/KWzRLV
2) Anadolu Kültür - Açık Toplum Vakfı Raporu: “Suriyeli Multeciler- Bekleme Odasından Oturma Odasına” http://goo.gl/OlbNB6
3) TACSO – STGM E-Bülten Özel Sayı: “Sığınmacı ve Mültecilerle Çalışan STK'lar ve Sivil İnisiyatifler” https://goo.gl/MYz2tq
4) Ulusal ve uluslararası STK’ların kurumsal web siteleri, gazeteler, akademik tezler ve çok sayıda farklı kaynaktan yapılan “masa başı araştırma / desktop research” derlemesi

13 Haziran 2015 Cumartesi

Suriyelilerle birlikte yaşamak: “Misafir” mültecilerin Türkiye'ye entegrasyonu


“Misafir” statüsünü çoktan geride bırakmış olan Suriyeli mültecilerin artık kalıcı biçimde Türkiye’ye entegrasyonu için çalışmak ve bu yeni “çok kültürlü hayat” gerçeğini topluma anlatmak gerekiyor.

Melih Cılga – Twitter: @melihcilga

Şu anda Türkiye’de “sığınmacı” statüsünde yaşayan Suriyelilerin barınma ve çalışma koşullarınıözetlemeyi amaçlayan bu yazı, konuyla ilgili çeşitli araştırma raporlarından yaptığım bir derlemeye dayanıyor. Bu derlemeyi yaparken en çok yararlandığım üç kaynak, Anadolu Kültür ve Açık Toplum Vakfı'nın ortak projesi olan “Suriyeli Multeciler- Bekleme Odasından Oturma Odasına” raporu, Hacettepe Üniversitesi’nden Doç. Dr. M. Murat Erdoğan’ın “Türkiye’deki Suriyeliler: Toplumsal Kabul ve Uyum” başlıklı araştırması ve Uluslararası Af Örgütü’nün “Hayatta Kalma Mücadelesi: Türkiye’deki Suriye’den Gelen Mülteciler” isimli raporu oldu [0].  

Bu kısa derlemeyi “veri gazeteciliği” araçlarıyla desteklemek için, aşağıdaki Fusion Tables haritasını da hazırladım. Haritada farklı renklerdeki yer işaretlerinin anlamı şöyle: 
Yeşil işaretler AFAD kamplarını (barınma merkezleri); mavi işaretler Suriyelilerin kendi imkânlarıyla ev kiralayarak veya derme çatma mekânlara sığınarak yaşadıkları şehirleri (10 bin ve daha üzeri sayıda Suriyelinin yaşadığı şehirler); kırmızı işaretler de son bir yıl içerinde “Suriyelilere yönelik protesto, saldırı ya da linç girişimi” vakalarının yaşandığı yerleri gösteriyor.



Genel durum: Kamptakiler ve kamp dışındakiler
Türkiye’nin 10 ilinde AFAD tarafından kurulan 24 kampta, 1 Haziran 2015 itibariyle 259.323 Suriyeli ve Iraklı mülteci kalıyor [1]. Kamplarda barınan herkes kayıt altına alındığı için sayılarını kesin olarak bilmek mümkün. Kamplarda kalanlar, toplam mültecilerin yaklaşık %15’ine karşılık geliyor. Geriye kalan %85 ise çeşitli şehirlere dağılmış olarak kendi imkânlarıyla yaşamaya çalışıyor.  Nisan 2011’den bugüne kadar Türkiye’ye giriş yapan Suriyeli ve Iraklıların toplam sayısının 2 milyona ulaştığı şu günlerde, sadece İstanbul’da 330.000, Antep’te ise 400.000 mülteci yaşadığı tahmin ediliyor.

Devletin AFAD koordinasyonunda sunduğu yardımların haricinde, çok sayıda STK da sınırlı imkânlarıyla Suriyelilere destek olmaya çalışıyor. Bu noktada STK’ları “inanç temelli” ve “hak temelli” çalışanlar olarak ikiye ayırmak mümkün. “İnanç temelli” STK’lar insani yardım konusunda epeyce aktif; fitre, zekât bağışlarını topluyor, ayni ve nakdi yardım kampanyaları düzenliyorlar. “Hak temelli” çalışan ve sol eğilimli STK’ların büyük çoğunluğu ise gönüllülük esasına göre ya da çok küçük bağışlarla çalışmalarını yürütüyor.

Suriyelilerin yanı sıra, Haziran 2014’ten bu yana Türkiye’ye yaklaşık 30 bin Ezidi de gelmek zorunda kaldı. Bunların bir kısmı sonradan Avrupa’ya veya Irak’a giderken, Türkiye’de halen 10 bin civarında Ezidi’nin yaşadığı tahmin ediliyor. Türkiye’deki Ezidilerin küçük bir kısmı Midyat ve Nusaybin’deki AFAD kamplarında yaşarken, geri kalanı yoğun olarak Siirt, Batman, Şırnak, Diyarbakır ve Viranşehir’de belediyelerin kurduğu kamplarda barınıyor.
Irak’tan gelen Ezidiler, Türkiye’deki “inanç temelli” STK’ların pek çoğunun “ilgi alanına” girmeyebiliyor. Öte yandan, örneğin “hak temelli” bir STK olan Helsinki Yurttaşlar Derneği, Ezidilere ayrılan Mardin Nusaybin’deki geçici kabul merkezine 2500 yatak, 500 hijyen kiti ve Suruç’taki Suriyelilere de 700 kişilik yardım paketi iletmiş durumda. (Kaynak: “Bekleme Odasından …”).

Misafir mi, sığınmacı mı, mülteci mi?
Suriyeli ve Iraklılardan bahsederken “sığınmacı” mı, yoksa “mülteci” mi demek gerektiği, ilk bakışta ayrıntı gibi görünse de, aslında önemli bir konu, çünkü devlet bu insanları hukuksal statü açısından “mülteci” olarak kabul etmiyor.
Uluslararası hukukta mültecilerin statüsünü ve haklarını tanımlayan 1951 Cenevre Sözleşmesi ve 1967 Protokolü’nü Türkiye de imzalamış durumda, ama kendince bir çekince koyarak. Başlangıçta Batılı ülkelerin de uyguladıkları ama 1967’de kaldırdıkları bu  “coğrafi sınırlama” çekincesini Türkiye hala sürdürüyor ve sadece Avrupa ülkelerinden gelen sığınmacıları “mülteci” olarak değerlendiriyor. Avrupa ülkeleri dışından gelenler Türkiye hukukuna göre “sığınmacı” olarak tanımlanıyor ve uluslararası hukuktaki mülteci haklarından yararlanamıyor.

Bu arada, Türkiye'nin Şubat 2013’te çıkarttığı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu ve Ekim 2014 tarihli Geçici Koruma Yönetmeliği’nde Suriyelilerin statüsünden bahsederken “sığınmacı” demekten nihayet vazgeçildi, onun yerine “şartlı mülteci” ve “geçici koruma” gibi yeni kavramlar kullanılmaya başlandı.
Suriyelilere sağlanan “geçici koruma” statüsü, mülteci haklarının çok uzağında. Bakanlar Kurulu istediği zaman bu koruma statüsünü kaldırma yetkisine sahip. Türkiye, Suriyelilerin kendi istekleri dışında Suriye’ye geri gönderilmeyeceklerini söylemekle yetiniyor, ama herhangi bir “kalıcı hak” da vermiyor. Başka bir deyişle, “geçici koruma” statüsü, Suriyeli mültecileri “misafir” olarak görmek anlayışının bir devamı.
Geçici koruma kapsamındaki “kayıtlı” Suriyelilere verilen özel kimlik belgesi, ikamet izni yerine de geçmiyor ve vatandaşlık başvurusu için bir adım sayılmıyor. Ama bu kimliğe sahip olmak, kamplarda ve kamp dışında devletin sunduğu sağlık, eğitim ve sosyal yardım hizmetlerine erişebilmenin ön koşulu.

Kuşkusuz, Suriyelilerden önce de mülteci statüsüne sahip olmadan Türkiye’de yaşamını sürdüren, üçüncü bir ülkenin onları kabul etmesini bekleyen ya da kaçak yollardan Avrupa’ya geçmenin yollarını arayan on binlerce Afrikalı, Afgan, İranlı, Iraklı yıllardır vardı zaten (BM Mülteciler Yüksek Komiserliği'nin Türkiye istatistiklerine göre, Mart 2015 itibariyle kayıtlı olan 58.275 kişi [2]). Dolayısıyla, şimdi Suriyelilerle birlikte bu rakam artık milyonlara ulaşmış durumda. Öte yandan, Türkiye kontrollü biçimde sürdürdüğü “açık kapı” politikasıyla neredeyse her gün binlerce yeni Suriyeliyi kabul ederken, Batı ülkelerinin Suriyeliler için ayırdıkları “kalıcı yerleştirme, geçici ikamet ve aile birleşimi” kotaları hâlâ çok düşük düzeyde kalmaya devam ediyor. Örneğin Alman hükümeti 2014 yılında BMMYK aracılığıyla toplam 20 bin Suriyeliyi almayı kabul etti. Buna ek olarak 8.500 Suriyeli de bazı Alman vatandaşlarının bireysel sponsorlukları sayesinde Almanya’ya yerleşti. (Kaynak: “Hayatta Kalma Mücadelesi …”, s. 5). Ayrıca, yine Almanya veya İsveç gibi ülkelere yerleşebilmek umuduyla, denizden kaçak yolla Türkiye’den Yunanistan’a giriş yapan mültecilerin sayısının da 2015’in ilk beş ayında 50.000’e ulaştığı biliniyor. (Kaynak: Yunan Kathimerini gazetesi).

Türkiye’deki barınma koşulları
Büyük çoğunluğu Hatay, Antep, Kilis, Urfa ve Mardin olmak üzere sınır şehirlerinde yoğunlaşan Suriyeli mülteciler, ya iş bulmak ümidiyle ya da kaçak yoldan Avrupa’ya gitmek için İstanbul, İzmir, Mersin gibi şehirlerde yoğunlaşmış durumdalar. Kamplar dışındaki Suriyeli mültecilerin barınma, sağlık, eğitim hizmetlerine yeterli erişimleri olmadığı, eğer iş bulabilecek kadar şanslılarsa, zor ve ağır işlerde çok düşük ücretlerle çalışmaya mecbur edilerek, yoksulluk içinde yaşam savaşı verdikleri çok açık.

Kamp dışında yaşayan mültecilerin yaklaşık %25’i harabelerde, derme çatma çadırlarda, metruk binalarda barınıyor. Ev kiralayabilecek durumda olanlar, kira masrafını en aza indirmek için mecburen birkaç aile bir arada yaşıyor. Ev sahipleri de genellikle Suriyeli mültecilerden daha fazla ev kirası alıyor. Özellikle sınır bölgelerinde artan mülteci sayısı ve konut azlığı, kiraların ciddi oranlarda artmasına neden olmuş. Şehirlerin daha çok kenar mahallelerinde yaşayan Suriyeli mültecilerin evlerinin fiziksel koşulları, ısınma ve hijyen açısından da oldukça kötü, banyo ve mutfak çoğu zaman yok ya da derme çatma.

Çalışma koşulları
Hükümet, Suriyelilerin çalışma izni almasını kolaylaştıracak yeni bir yasa hazırlamaya girişmişti, fakat henüz yasalaşmış bir düzenleme yok. Suriyeli mülteciler tekstilden inşaata, tarımdan ağır sanayiye birçok farklı sektörde “kayıt dışı ekonomi” çerçevesinde, yani asgari ücretin de altındaki ücretlerle ve sigortasız olarak “çalışmaya çalışıyorlar”.
Belki bu durumdan hoşnut olan tek taraf, Suriyelileri bu koşullarda çalıştıran işverenler. Türkiye’de işsizliğin ve ucuz emeğin çok yaygın olduğu tartışmasız bir gerçekken, birçok işveren için işçinin “kayıtlı” olup olmaması değil, ücret seviyesinin düşüklüğü önemli. Bu nedenle bazı işverenler bu “ucuz emek” akınını bir fırsat (!) olarak kullanıp maliyetleri düşürmeyi deniyor.

Uluslararası Af Örgütü’nün 2014 tarihli “Hayatta Kalma Mücadelesi: Türkiye’deki Suriye’den Gelen Mülteciler” başlıklı raporuna göre, Suriyeli bir mültecinin aldığı ücret Akçakale’de Türkiyeli bir işçinin aldığının %80’i, Urfa’da yarısı ile %80’i arası, Hatay ve Kilis’te yarısı, İstanbul’da ise üçte biri seviyesinde [4]. (Kaynak: “Hayatta Kalma Mücadelesi ...”, s. 25)
İnsan Hakları Derneği’nin “Yok Sayılanlar: Kamp Dışında Yaşayan Suriye’den Gelen Sığınmacılar İstanbul Örneği” başlıklı raporuna göre de, ücret farklılıkları kadar çalışıp ücretini alamama, kötü çalışma koşulları da mültecilerin sık karşılaştıkları sorunlar. Suriyeli mülteciler işe girdiklerinde ne ücret alacaklarını çoğu zaman bilmiyorlar. Kayıt dışı çalıştıkları için haklarını arama şansları yok. Aldıkları ücret düşük olduğu için genelde çocuklar da dahil tüm aile fertlerinin çalışması gerekebiliyor, çocuk işçiliği hızla yaygınlaşıyor [5].

Yerel halk ve Suriyelilerin “rekabeti”
Suriyelilerin çalışma koşullarını etkileyen bir diğer önemli konu, yerel halk ile Suriyeli mülteciler arasında ucuz emek - işsizlik bağlamında ortaya çıkan rekabet algısı ve birçok defa fiziksel saldırılarla ve linç girişimleriyle sonuçlanan önyargılar. Suriyelilerin ucuz işgücü olarak emek piyasasına girmesi, yerel halkın mültecileri “iş fırsatlarını çalan” rakip ya da düşman olarak algılamalarına neden oluyor.

Hacettepe Üniversitesi’nden Doç. Dr. M. Murat Erdoğan’ın “Türkiye’deki Suriyeliler: Toplumsal Kabul ve Uyum” başlıklı araştırmasında, “Suriyeli mültecilere çalışma izni verilmeli mi?” sorusunu katılımcıların %47,4’ü “Kesinlikle verilmemeli” biçiminde cevaplamış [6]. Bu negatif önyargı, Suriyelilerle herhangi bir iş ilişkisi içerisinde olamayan Türkiyelilerin genel Suriyeli algısında da belirleyici bir yer tutuyor.

Yerel halkla Suriyeliler arasındaki dikkat çekici başka bir “rekabet” konusu da, yine Doç. Dr. Erdoğan’ın raporuna göre, sınır bölgesi illerindeki kadınlarla Suriyeli genç kadınlar arasında yaşanıyor. Bölgedeki bazı erkekler kendi eşlerine psikolojik baskı uygulayarak “Bana iyi davran, itiraz etme, yoksa gider kamplardan 15 yaşında bir Suriyeli kızı kuma getiririm” diyorlar! Haliyle, böyle bir tehditle karşılaşan bölge kadınları, büyük ölçüde erkeklerin yarattığı bu algının etkisinde kalarak, Suriyeli kadınlara hoşnutsuzlukla bakıyor.

Doç. Dr. Erdoğan’ın araştırmasında “Türkiye’deki Suriyelilere ilişkin kanaatinizi en iyi aşağıdakilerden hangisi ifade eder?” sorusuna %20.8 oranında “Ülkemizde misafirdirler”, %20.1 oranında da “Bize yük olan insanlardır” yanıtı verilmiş.
“Suriyelilere kesinlikle çalışma izni verilmemelidir” diyenlerin oranı %47.4.
Suriyelileri şiddet ve suçla ilişkilendirenlerin oranı %62.3.

Suriyelilerin Türk toplumuna entegrasyonu
Aynı araştırma, gönüllü STK çalışanları ve sınır bölgesi illerindeki yerel halkın bir bölümü haricinde, Türk toplumunun çoğunluğunun (özellikle de batı illerinde) Suriyelilerle arasına ciddi bir mesafe koyduğunu gösteriyor. Suriyelilerle gündelik hayat içerisinde birlikte yaşamak, onlarla komşu ya da arkadaş olmak, Türk toplumunun henüz sıcak baktığı bir konu değil. Haritada kırmızı renkle işaretlediğim “Suriyelilere yönelik protesto, saldırı ya da linç girişimi” vakalarına baktığımızda, Türklerin Suriyelilere yaklaşımının kimi zaman “mesafeli tahammül ve yok sayma”, kimi zaman da “açıkça reddetme ve tehdit olarak görme” duyguları arasında gidip geldiğini söyleyebiliriz sanırım.

Öte yandan, Suriye’deki iç savaş hemen yarın bitse bile, birçok Suriyelinin Türkiye’de yaşamaya devam edeceği, artık herkesin kabul etmesi gereken bir gerçek. “Misafir” statüsünü çoktan geride bırakmış olan Suriyeli mültecilerin kalıcı biçimde entegrasyonu ve bu yeni “çok kültürlü hayat” gerçeğinin Türk toplumuna anlatılması konusunda, devletin kamuoyuyla paylaştığı herhangi bir çalışma ise henüz yok.

Belki de bir zamanlar Almanya’ya “misafir işçi” olarak giden Türklerin Alman toplumuna entegrasyon sürecinde yaşadıkları başarı ve başarısızlıkları yeniden hatırlamak gerekiyor. Belki de bugün Suriyelilerin Türk toplumuna entegrasyonu gibi bir “ev ödevi”, hepimizin ilgisini bekliyor.


Kaynaklar:
“Türkiye’deki Suriyeliler: Toplumsal Kabul ve Uyum” http://www.hugo.hacettepe.edu.tr/HUGO-RAPOR-TurkiyedekiSuriyeliler.pdf
[4] “Hayatta Kalma Mücadelesi: Türkiye’deki Suriye’den Gelen Mülteciler” http://amnesty.org.tr/uploads/Docs/hayatta-kalma-mucadelesi-turkiye'deki-suriye'den-gelen-multeciler720.pdf