25 Nisan 2016 Pazartesi

Alman medya tarihinde “Yalancı Basın” kavramı: “Lügenpresse”


Almanca’da “lügen” yalan söylemek anlamına geliyor. “Lügenpresse” ya da “Yalancı Basın” ise, yakın tarihteki tüm çatışmalı dönemler boyunca Alman medyasında farklı gruplar tarafından ama hep aynı amaç için kullanılagelmiş popüler bir kavram. 

Almanya’da basın özgürlüğüne ve eleştirel görüşlerin dile getirilmesine tahammül edemeyen çevreler, kendi pozisyonlarını güçlendirmek için çatışma ortamını körüklemeye ihtiyaç duyduklarında genellikle başvurdukları ilk yol, karşı cephedekileri yalancılıkla suçlamak oldu. Bir medya kurumunu itibarsızlaştırmak ya da açıkça iftira atıp karalamak isteyen hemen her gazeteci ya da siyasetçi, hedefindekileri bu sıfatla itham edegeldi.

“Yalancı Basın” kavramını ilk kullanan grup, 1848 burjuva devrimlerinin Almanya’da estirdiği özgürlük dalgasıyla yayın hayatına başlayan liberal demokrat gazeteleri hedef tahtasına yerleştiren muhafazakâr Katolikler oldu. Ardından, 1. Dünya Savaşı döneminde Alman hükümeti ve milliyetçi Alman medyası, düşman ülkelerdeki tüm gazeteleri yine bu isimle andı. Nazi döneminin propaganda sorumluları da Yahudilerin, komünistlerin, sosyal demokratların ve tüm savaş karşıtlarının yayın organlarını itibarsızlaştırmak için bu deyimi kullandı. Bu kavramın Nazi propagandası içerisinde kullanımı o kadar yaygınlaştı ki, 1938 yılında okullarda “Almanya ve Avrupa’nın Yalancı Basını” konusu, çocuklara kompozisyon ödevi olarak veriliyordu.

İlginçtir, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra solcular da “Lügenpresse” kavramını kullanmaya başladılar. Örneğin, 1945’te yayın hayatına başlayan sol eğilimli Frankfurter Rundschau gazetesi kendi çizgisini tarif ederken, “muhafazakâr yalancı basının tam karşı cephesindeyiz” ifadesini kullandı.

1968 öğrenci olayları sırasında solcular, muhafazakâr çizgideki Axel Springer grubuna ait yayın organlarını “yalancı basın” olarak adlandırdılar. Doğu Almanya hükümeti ise, Soğuk Savaş boyunca Batı Almanya’daki tüm medya kurumlarını “kapitalist yalancı basın “diye adlandırdı.

İki binli yıllarda ise kavram tekrar ilk sahiplerine geri döndü; özellikle yabancı düşmanlığı ve İslamofobi politikası güden aşırı sağcı ve sağ popülist çevreler bu ithamı sahiplenip kullanır oldular. Başta Pegida hareketi ve AfD (Almanya için Alternatif) partisi gibi aşırı sağcı popülist gruplar, toplantılarını izlemek için gelen ana akım medya gazetecilerine saldırırken “Yalancı basın, kapa çeneni! / Lügenpresse halt die Fresse!” diye sloganlar attılar.
Neredeyse kendilerinden başka herkesi yalancılıkla suçlayan Pegida üyeleri, pişkinlikte bir adım daha ileri gidip kendi komplo teorilerine kanıt üretmek için, hiç hazzetmedikleri Der Spiegel dergisinin çeşitli haberlerini Photoshop’la değiştirip bambaşka başlıklar ekleyerek sosyal medyada dolaşıma sokmaktan da çekinmediler.

Kısacası, “Yalancı Basın” tartışması bugün de Alman medya gündeminde belirleyici bir rol oynamaya devam ediyor…





11 Nisan 2016 Pazartesi

1962’de Spiegel editörünün tutuklanması ve kamuoyu tepkisi


Türkiye’de bugün Can Dündar ve Erdem Gül’ün başına gelen “devlet sırrını ifşa etme” suçlamasının çok benzeri, bundan 54 yıl önce Alman Der Spiegel dergisinin kurucu editörü Rudolf Augstein’ın da başına gelmişti. Gazeteci Augstein ile savunma bakanı Franz Josef Strauss arasında karşılıklı suçlamalarla gelişen olay, aslında Alman demokrasinin dönüm noktalarından biri olarak medya tarihinde yerini alacaktı.

Olayın başlangıç noktası, 1961 yılında Augstein’ın savunma bakanını rüşvet almakla ve askeri tesis ihalelerinde yolsuzluk yapmakla suçlamasıydı. Bu iddia üzerine Alman hükümeti bir meclis araştırması başlatır, fakat Strauss aleyhine herhangi bir kanıta ulaşılamaz. Bir yıl sonra Spiegel’de çıkan bir makale, o günlerde yapılan bir NATO tatbikatını haber yapar ve bir NATO komutanını kaynak göstererek, Alman ordusunun savunma gücünün yetersiz olduğunu iddia eder. Savunma Bakanlığı, haberdeki bazı bilgilerin “devlet sırrı” olduğunu söyleyince, 26 Ekim 1962’de Spiegel’in ofisine ve gazetecilerin evlerine polis baskınları düzenlenir. Makalenin yazarı Conrad Ahlers ise tatil yaptığı İspanya’da otel odasını basan polisler tarafından gözaltına alınır. Derginin Hamburg ofisinde, Augstein ve derginin diğer yöneticileri apar topar tutuklanır, yazı işleri ofisi dört hafta boyunca polis işgalinde kalır, binlerce belgeye el konur.

Savunma bakanı Strauss mecliste yaptığı bir konuşmada, gazetecilerin tutuklanmasında parmağı olduğunu önce inkâr eder. Başbakan Konrad Adenauer de bakanını destekler ve olayın “büyük bir vatana ihanet vakası” olduğunu söyler.

Fakat beklenmedik bir gelişme olur ve gazetecilerin tutuklanması Almanya tarihinde ilk defa ülke genelinde büyük protestolara ve sokak gösterilerine yol açar. Oluşan kamuoyu baskısı sonucunda Strauss, gazetecilerin gözaltına alınması için bizzat talimat verdiğini itiraf etmek zorunda kalır. Strauss’un mecliste yalan söylediği ortaya çıkınca, koalisyon hükümetindeki beş bakan istifa ederek Başbakan Konrad Adenauer’i Strauss’u görevden almaya zorlar. Siyaseten sağ çizgide olan medya kurumları bile Spiegel’le dayanışma kampanyası başlatarak, hükümeti hukukun dışına çıktığı için eleştirir.

Hem kendi hükümetinden hem de kamuoyundan gelen baskı sonucunda, “devletin imkânlarını kullanarak eleştirel basına baskı uygulama” suçlamasıyla karşı karşıya kaldığını gören Adenauer, önce polisleri dergi ofisinden çeker, sonra da Strauss’u görevden alır. Augstein ise 103 gün tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılır. Nihayet dava Alman Anayasa Mahkemesi’ne taşınır ve yüksek mahkeme Almanya’da bundan sonraki basın özgürlüğünün temellerini oluşturacak nitelikte tarihsel bir karar verir: Gazetecilerin kişisel özgürlüklerinin ihlal edildiğinin altını çizerek, aleyhlerindeki davanın düşürülmesine hükmeder. 

Medya tarihine “Spiegel vakası” olarak geçen bu olayın asıl önemi, ülke genelinde yol açtığı büyük sokak gösterileri, protestolar ve kamuoyu baskısı sayesinde, savaş sonrasındaki Alman siyasi kültürünü köklü biçimde değiştirmesinde yatar. Bu olay Almanya’da otoriter devlete itaat kültürünün sona ermesi ve modern anlamda demokrasiye geçişin dönüm noktası kabul edilir.


5 Nisan 2016 Salı

Yunanistan’ın yeni iltica yasasının getirdiği değişiklikler




AB-Türkiye mülteci anlaşmasının uygulanmasına “hukuki zemin” oluşturmak amacıyla Yunan parlamentosunda 1 Nisan 2016 akşamı kabul edilen yeni yasa, Yunan adalarındaki göçmenler içerisinde kimlere hangi çerçevede “uluslararası koruma” statüsünün verilebileceğini düzenliyor.

Eğer bir göçmen Yunanistan’da iltica başvurusu yaparsa:
Yasasının yürürlüğe girdiği 3 Nisan’dan itibaren yapılan tüm yeni başvurular, 7 gün içerisinde incelenip değerlendirilecek.
İstisnai durumlarda, iltica başvurusunun ilk kayıt işlemi, polisler veya askerler tarafından yapılabilir.

Bir başvuru olumsuz bulunup reddedildiğinde, eğer göçmen bu sonuca itiraz ederse, yeni oluşturulacak Temyiz Komiteleri 7 gün içerisinde itirazı değerlendirecek ve nihai kararı verecek.

Temyiz değerlendirmesi, başvuru sahibi göçmenin hazır bulunmasına gerek olmadan, sadece dosya üzerinden yapılacak. Başvuru sahibinin mülakata çağrılıp çağrılmayacağına Temyiz Kurulu karar verecek. Buna rağmen, temyiz değerlendirmesinin başlamasından iki gün önce, başvuru sahibinin mülakata çağrılmayı talep etme hakkı saklıdır.

Bir yetişkinin refakatinde olmayan çocuklar ve durumu özel hassasiyet taşıyan başvuru sahipleri (örneğin işkence, tecavüz veya diğer ciddi psikolojik, fiziksel ve cinsel şiddet kurbanları, deniz kazası gibi travmatik olaylardan kurtulmuş kişiler), bu yasada belirtilen “hızlandırılmış değerlendirme” sürecinin dışında tutulacaktır.

Bu yasanın yürürlüğe girmesinden 5 yıl öncesi ve 15 yıl öncesi arasında kalan dönemde iltica başvurusu yaptığı halde, durumu hala nihai karara bağlanmamış olan başvuru sahiplerine insani gerekçelerle 2 yıllık oturma izni verilecektir.

Şu anda Yunan adalarında “hotspot” denilen gözaltı merkezlerinde bulunan göçmenler:
Kimlik belirleme işleminizin yapılması amacıyla, hotspot’un idarecisi veya komutanının kararıyla, üç gün boyunca bu merkezde tutulabilirsiniz.

Eğer kimlik belirleme işleminiz üç günde tamamlanmazsa, gözaltı süreniz 25 güne kadar uzatılabilir.
Hotspot’un bulunduğu bölgedeki bir idare mahkemesine başvurarak, gözaltı sürenizin uzatılmasına itiraz etme hakkınız saklıdır.

Yunan adalarına yeni ulaşmış bir sığınmacı gözaltına alınabilir (pratikte, adaya yeni ayak basan her “düzensiz göçmen” istisnasız hemen gözaltına alınıyor – M.C.).
İltica başvurusu yapmış bir sığınmacının gözaltına tutulmaya devam etmesi, ancak aşağıda belirtilen istisnai durumlarda, her bir başvurusu sahibinin durumu bireysel olarak incelendikten sonra ve ancak başka alternatif bir önlem alınamadığında mümkün olabilecektir.

İstisnai durumlar: Kimliğinizin ya da menşei ülkenizin belirlenmesinde sıkıntı yaşanırsa, gözaltına tutulmaya devam edebilirsiniz. Yetkililer sizin Türkiye’ye ya da asıl memleketinize geri gönderilmeden önce kaçma riskiniz olduğunu düşünürse; sadece geri gönderilme kararını engellemek amacıyla iltica başvurusu yaptığınıza dair makul şüphe varsa; veya ulusal güvenlik için bir tehdit oluşturduğunuz düşünülüyorsa, iltica başvurusu yapsanız bile gözaltında tutulmaya devam edebilirsiniz.
Sığınmacılar 45 güne kadar gözaltında tutulabilir, ama bu süre ilave bir 45 gün daha uzatılabilir.
Gözaltına alınan sığınmacıların idare mahkemesine başvurarak, gözaltı kararına itiraz etme hakkı vardır (pratikte hiçbir anlamı olmayan bir hak bu – M.C.).

Yeni yasayla kurulması öngörülen Sosyal Entegrasyon Hizmet Birimi isimli yeni bir devlet kurumu da, iltica başvurusu kabul edilen sığınmacılara yardımcı olmak, ikincil koruma statüsündekilerin ve insani sebeplerle oturma izni verilenlerin de çalışma izni hakkından yararlanmasını koordine etmek gibi işlerle bakacak.


Yunanistan'daki Durum Hakkında Ek Bilgiler:
5 Nisan 2016 itibariyle Yunanistan’da sıkışıp kalmış (diğer Avrupa ülkelerine gitmek istediği halde gidemeyen) toplam 52.352 sığınmacı ve göçmen bulunuyor. Bunların 3.149’u Midilli adasında, 1.776’sı da Sakız adasında, 4.761’i Atina’da Pire limanındaki çadırlar ve limanın yolcu bekleme salonlarında ve 11.280’i Makedonya sınırındaki İdomeni kampında bulunuyor.
Geriye kalan yaklaşık 30 bin kişi ise, Atina’da şehir merkezinin biraz dışındaki üç resmi kampta (Eleonas, Elliniko ve Schisto kampları) ve ülkelerin çeşitli yerlerine dağılmış halde yaşıyor.


(Kuşkusuz, Atina şehir merkezindeki Victoria ve Omonia semtlerindeki ucuz otel ve pansiyonlarda da çok sayıda “düzensiz göçmen” kalıyor. Özellikle bugün Atina’daki Victoria semtinin durumunu İzmir’in Basmane semtindeki duruma benzetmek mümkün. – M.C.)