28 Haziran 2009 Pazar
Çizgiromanın Eski Bir Ustası: Milton Caniff
Bant karikatürün iki kez doğduğu söylenebilir. İlki, "kurucu babaların" bu mecrayı tanımlayıp karelerle ilerleme ve konuşma balonu gibi genel kabulleri yerleştirmeleriyle, 1895 sıralarında gerçekleşti. Bir nesil boyunca herkesçe benimsenen ana tema mizahtı ve grafik ifade tarzı da özellikle "komikti". Bant karikatürün ikinci doğumu ise 1930'larda yaşandı: İlk kez macera, gerilim, gerçekçilik, şiddetli devamlılıklar ele alındı ve ilüstratif bir çizim tarzı benimsendi. Milton Caniff, bir sanat biçimi anlamında gerçek bir devrim olan işte bu ikinci dalganın merkezindeydi. Başka birçok niteliğinin yanı sıra, bir karikatürist olarak, çağdaşı olan birçok kişinin ulaşmaya çabaladığı özgün bir vizyona sahipti: Bir ilüstratörden çok, bir eğlence üreticisiydi o. Kendisini tıpkı bir roman yazarı ya da bir film yönetmeni gibi görüyordu. Herkesin devamını merak ettiği hikayeler tasarlarken, mütevazı bir üslupla, "sokakta gazete satmaya çalışan heyecanlı bir çocuk gibiyim" diyordu; ama çizim masasına oturduğu zaman kendisini "koltukta oturan Marco Polo" gibi hissettiğini de itiraf ediyordu. Gerçekten de dünyaları keşfe çıktı, dünyalar yarattı ve onları fethetti.
Gerçekçi devamlılıkların henüz taze bir yenilik olduğu dönemde bant karikatür dünyasına girdiğinde, neredeyse içgüdüsel olarak, yeni bir ifade biçimi benimsedi kendisine. Küçük kareler ve balonların sınırlayıcılığı içerisinde karşı konulmaz derecede çekici hikayeleri nasıl anlatabileceğini iyi biliyordu ve özgün sesleriyle konuşan, yaşayan karakterler yaratbilmek konusunda uzmanlaştırdı kendisini. Desen, karakterler ve diyaloglar, bir çizgiromancının sanatının temel bileşenleriyse, Milton Caniff bu alanların tümünde kendini bir uzman olarak kabul ettirmişti.
Milton Arthur Paul Caniff, Ohio’daki Hillsboro’da 28 Şubat 1907’de doğdu. Doğumundan sadece dört yıl önce Wright kardeşlerin ilk uçaklarını geliştirdikleri Dayton kasabasında büyüdü ve daha lisedeyken bile çizgiromana eğilimli olduğunu belli ettmeye başladı.
Dayton Journal’a dışarıdan katkıda bulundu ve bir zamanların başkan adayı James M. Cox’un sahibi olduğu komşu gazete Miami Daily’de boş vakitlerinde çalıştı. Lisedeyken genç Caniff okul gazetesi için bir bant karikatür yarattı ve mezun olunca da bu bantları Chic and Noodles isimli bir kitapta topladı.
Ohio Devlet Üniversitesi’ne girip güzel sanatlar okuyan Caniff burada çizgiromanın tarihinde dönüm noktası olacak bir konuya ilgi duymaya başladı: oyunculuk. Okul yıllıklarını ilüstrasyonlar ve süslemelerle doldururken, bir yandan da kampus içerisindeki tiyatro faaliyetlerinde başrollerde oynuyordu. Sonradan orta-batı kuşağının ilham kaynağı olacak üslubun sahibi olan Ohio’daki karikatür editörü Billy Ireland’ın bir sözü yüzünden, sahne ışıklarının altında yükselmek fikrinden çoktan caymıştı aslında: “Sen mürekkep hokkana sadık kal genç adam, oyuncular bazen yiyecek ekmek bulamıyorlar.”
Üniversite yıllarında Columbus Dispatch’deki part time işi, 1930 yılında mezun olunca gazetesin sanat bölümünde fulltime kadrolu bir işe dönüştü, fakat kısa süre sonra kovuldu. Büyük Bunalım’ın yol açtığı yıkım gazeteleri vurmaya başlamıştı ve ekonominin bu zor günlerinde “işe son giren ilk kovulur” kuralı uygulanıyordu. Caniff, Ohio State Journal’da çalışmış olan karikatürist arkadaşı Noel Sickles ile birlikte bir çizim atölyesi açtı ve bir yandan da küçük bir tiyatro topluluğunda elinden gelen her işi yapmaya devam etti.
Dispatch’deki işini kaybetmesinden sadece üç ay sonra Caniff, New York’daki Associated Press’den bir teklif aldı. Anlaşılan, AP’nin orta batı büro şefi beğendiği yerel işlerden seçmeleri merkez ofise gönderiyordu, Caniff’in çizim tarzı da merkezdeki editörlerin dikkatini çekmişti.
1932 yılında birilerinden borç para alarak geldiği New York City’de Caniff kısa süre içinde hem şöhretini yaygınlaştırmaya hem de karikatür figürlerinden uzaklaşıp dergi ilüstrasyonlarına yönelen çizim tarzını geliştirmeye başladı. AP’de bir dizi baş döndütücü sorumluluk üstlenmişti: haber ve spor sayfalarını resimlemek; portre ve konu vinyetleri çizmek; kibirli Major Hoople tarzı bir karakter olan Mr. Gilfeather isimli bir kahramana tek karelik maceralar çizmek (bu ismi Al Capp diye bir geçten almıştı); buradaki hikaye sonradan The Gay Thirties başlığıyla sürdürmek (Clare Briggs, H.T. Webster ve J.R. Williams tarafından popülerleştirilen insanlık hali hikayeleri); ve nihayet, çocuklar için Puffy the Pig isimli bir şiir ve karikatür karesi yapmak.
Ardından, 1933’de Caniff’e bir maceraya dayanan bant karikatür çizmesi teklif edildi. Hem yıllardan beri böyle bir bant çizmek isteyen (önceki girişimleri defalarca reddedilmişti) hem de ofisteki fotoğraf rötüşleme gibi angarya işlerden kurtulmak isteyen Caniff, bu fırsatı kaçırmadı. Bandın hedef kitlesi çocuklardı, ama bir yandan da içerisinde aksiyon, macera ve romantizm olacaktı. Dickie Dare isimli bu bantta Caniff macera ve mizah konusundaki üstün yeteneğini sergiledi, - hem de on yıl önce, ikinci dalganın diğer öncüleri olan Roy Crane ve Harold Gray’in maceralı öykülerinden hiç de geride kalmayan bir düzeyde.
Dickie, birçok kişiden daha canlı bir hayal gücüne sahip olmasıyla dikkat çekse de, ortalama bir Amerikalı erkek çocuktu. Başlangıçta bantta işlenen konu, Dickie’nin hayali, efsanevi ya da tarihi kahramanlarla yaşadığı gündüz düşü karşılaşmalardı. Tıpkı Hollywood’yn Little Nemo’su gibi Dickie de Robin Hood’la birlikte ata biniyor, korsanlarla denize açılıyor, hatta İsa peygamberin doğumu sırasında Nasıra kentinde bir hafta geçiriyordu.
Caniff’in sanatsal yeteneği düzenli olarak gelişti ve birkaç ay içerisinde oldukça çekici çocuk bantları çizer hale geldi. Caniff bir çizer olarak olgunlaşırken, bant hikayere de giderek sofistike hale geliyordu. Dickie Dare, Little Orpan Annie ve Baby Thatcher gibi çokuk karikatürleri geleneği içerisinde başlamıştı, zaman zaman tehlike ya da şiddet unsurları içerse de sonuçta çocuklar içindi. Tarzan ve Buck Rogers ise başka bir janra ait görünüyordu. Fakat 1933 ve 1934’de yaşanan dikkat çekici yaratıcılık patlaması, yetişkin odaklı yeni ve heyecan verici çizgi bantkarın zirveye çıkmasıyla sonuçlandı: Secret Agent X-9, Flash Gordon, Red Barry, Brick Bradford. Hatta Tim Tyler’s Luck bile rutin sayılabilecek bir genç erkek çocuk bandı olarak başlamış, sonradan egzotik ortamalarda alttan alta gerçek hayat göndermelerini yapar hale gelmişti.
Caniff sanatını icra ederken iki tane tavsiyeyi kendisine referans aldı: "İlki, gazetede bir köşe çizmenin, çocuklar mutlu olsun diye kağıttan şirin oyuncaklar yapmak olmadığının bana hatırlatılmasıydı. Eğer köşe, gazetenin satışına katkıda bulunmuyorsa hiçbir işe yaramıyor demektir. İkinci tavsiye ise Dispatch'in yönetici editöründen gelmişti: 'Daima gazetenin parasını ödeyen adamı hesaba katarak çizim yap. Eğer babaları gazeteyi satın alıp eve getirmezse, çocuklar senin çizdiklerini asla göremezler.'"
Böylelikle 1934'ün mayıs ayında Dickie Dare'in işlediği konularda keskin bir "ince ayar" yaşandı. Halk kütüphanesinde geçen yine bir gündüz düşü macerasının sonunda Dickie, akşam karanlığında evine doğru yürürken, birden bire üzüntüyle tüm maceralarının sadece hayal ürünü olduğunu kendisine itiraf eder. Tabii ki Caniff yumuşak bir müdahaleyle kahramanını bu dertten kurtarmakta gecikmeyecektir. Birgün Dickie'nin karşısına çıkan hatırı sayılır aile dostu Dynamite Dan Flynn, uzak ülkelere yapacağı yolculuklarda oğullarının da kendisine eşlik etmesi konusunda Bay ve Bayan Dare'i ikna eder.
Birden bire Dickie Dare inandırıcılık ve çekicilik düzeyi yükselmiş yepyeni bir çizgi bant haline gelir. Kahramanımız okurların gözleri önünde silah kaçakçılarıyla, yalan söyleyen, aldatan, adam kaçıran, cinayet işleyen kötü adamlarla uğraşmaya başlayınca, Dickie'nin dünyası hayatın gerçekleri arasındaki yerini alır. Caniff'in çizim tarzı o sıralarda oldukça karikatürvaridir aslında, hala tam anlamıyla gerçekçi değildir, karikatüre özgü abartılar ve form bozulmalarına hala rastlanmaktadır, ama "olduğu gibi" çizmeye doğru kararlı bir çaba da belli olmaktadır.
Caniff ve Dickie’de yaşanan bu değişim için, New York Daily News’daki Captain Joseph Patterson aracılığıyla gelen bir ilham kaynağından daha bahsetmek mümkün. Gazete ve onun içerik pazarlama ajansı, çocuklar için değil, gerçek okur ve gerçek müşteri olan yetişkinler için üretilmiş macera bantları aramaktaydı. Ve Caniff bir yandan Dickie Dare üzerinde çalışırken, öte yandan da sonradan Tery and the Pirates adını alacak yeni bir bant için görüşmeler yapmaya başlamıştı. Efsane odur ki, Patterson Terry adını Caniff’in hazırladığı uzun bir listeden seçmişti ve “the Pirates”ı da konuyu anlatması itibariyle değil, yalnızca ses uyumu açısından hoşuna gittiği için kendisi eklemişti. Gerçi klasik anlamda birkaç korsan da Terry’nin maceralarında boy gösterdiler arada sırada.
Caniff’in ilk Terry bantları Ekim 1934’te yayımlandı ve bu geçiş sanatçının zor günler geçirmesine yol açtı. Dickie’nin son maceraları çıkarken Terry’ninkiler başlamıştı. Zaten Associated Press’den avans almış olduğu için, yeni işvereni olan ajansın telif ödeme günü gelinceye kadar Caniff, iki ayrı işi birden gazetelerde yayımlanıyor olmasına rağmen, bir dönem boyunca parasızlıktan aç bilaç yaşamak zorunda kaldı.
Daha ilginç bir geçiş, çizim masası üzerinde yaşandı. Dickie Dare’in son bölümleri Terry and the Pirates’ın ilk yılıyla belirgin bir benzerlik taşıyordu. Caniff açıkça yeni bandın ilk dönemlerini sevdiği karakterler ve hikaye yapıları üzerinde ince ayarlar yaptığı bir deneme yanılma ve eskiz defteri olarak kullandı. Dickie siyah saçlı bir delikanlıydı, Tery ise on yaşında ve sarışındı. Terry’den yaşça daha büyük olan koruyucusu Dan Flynn İrlandalı, yakışıklı, ama kadınlar konusunda biraz çekingen bir genç adamdı. Onun ikizi (ama sarışın değil esmer) Pat Ryan’dı. Dickie’nin aşkı, Kim Sheridan isimli zengin ve şımarık bir kızdı. Onun Terry’deki karşılığı ise Normandie Drake’di ki, her iki kız da çocukların yetişkin koruyucuları olan delikanlılarla gelip geçici gönül ilişkileri yaşıyorlardı.
İlk bölümde Terry ve Pat (Connie isimli karikatürize bir Çinli ile birlikte) Uzak Doğu'dadırlar. Ve Caniff'in yarattığı atmosfer de, efsanevi Douglas Fairbanks filmlerinin erken bir habercisi gibidir. Böylesine şaşırtıcı, derin ve devrimci bir dönüşümün yalnızca Alex Raymond (Flash Gordon'un yaratıcısı) tarafından sergilendiği o sıralarda, Caniff de bir yıl içerisinde bir gerçekçilik ve duygu başyapıtı yaratacaktı.
Bu evrimin temel faktörü, Caniff'in işyerinde Ohio'dan eski arkadaşı olan Noel Sickles'ın da çalışmaya başlamış olmasıydı. Associated Press, Sickles'ı Scorchy Smith isimli başka bir bandı çizmesi için işe almıştı. Animasyonun öncülerinden Paul Terry'nin kardeşi John Terry tarafından yaratılmış bir havacılık destanıydı bu bandın konusu. Sickles gerçekçi çizimler ve hayatın içinden kahramanlar aracılığyla hikaye anlatmaya kolayca uyum sağladı. Harold Von Schmidt'in Willa Cather'ın Death Comes for the Archbishop'ı için için yıllar önce çizdiği ilüstrasyonlardan etkilenerek, nesneleri hem kontürleri hem de gölgeleriyle tanımlayan gösterişli siyah fırça darbeleriyle, çizgiromana gerçekçilik ötesi ve izlenimci yeni bir anlayış getirdi. Tonlama ve gölgelerle sürekli deneyler yaptı ve bu teknik arayışlarını yıllarca sürdürdü. Sickles aralarında Hemingway'in Yaşlı Adam ve Deniz'inin de bulunduğu birçok önemli eseri resimledi ve yüzyılın en büyük ilüstratörleri arasında yerini aldı.
Sickles'ın arkadaşı Caniff üzerindeki etkisi dikkat çekiciydi. Terry'deki figür ve arka planlar giderek daha gerçekçi hale geldi ve sonunda iki çizer arasındaki fiziksel yaşam ortaklığı verimli bir işbirliğine de dönüştü. Yıllarca Caniff hem kendisinin hem de arkadaşının banlarındaki konuşma balonlarını, kalgrafileri yazdı, Sickles da çizimlerin çoğunun yükünü taşıdı. Sickles Terry'ye destek olmaya ta 1941 yılına kadar devam etti (kendisi Scorchy'yi bıraktıktan çok sonra bile) ve Pat Ryan ile Scorchy Smith'in karakterlerini tıpatıp aynı çizgide geliştirirken de hiç bir itirazla karşılaşmadı.
Her iki sanatçıyı etkileyen başka bir şey de sinemaydı. İşlerini teslim etmeleri gereken en son gün geldiğinde bile bizim kafadarlar Manhattan Doğu Yakası’nda Tudor City semtindeki dailerinden sessizce sokağa süzülüp çevredeki sinemaları dolaşırlardı. Önceleri eğlencesine başladıkları bu hobi sonunda doğrudan işlerini etkilemeye başladı: Caniff’in diyalog ve karakter yaratma teknikleriyle Sickles’ın kompozisyon ve geçiş teknikleri, hep seyrettikleri filmlerden besleniyordu. D.W. Griffith'in ölümsüz filmi Birth of a Nation, defalarca seyrettikleri ve en çok etkilendikleri filmlerin başında geliyordu (işin komiği, bir kuşak sonraki Avrupa sinemasının yönetmenlerinden Resnais ve Fellini de kendi işlerini yaparken Caniff’den etkilendiklerini söyleyeceklerdi).
Terry and the Pirates’daki hikaye sürekliliği ve içerik, 1935’in sonuna doğru öylesine olgunlaştı ve “yetişkinleşti” ki, ne kendi geçmişinde ne de diğer tüm bant karikatürlerde görülmedik boyutlara ulaştı. Kimi zaman daha şiddetli ya da daha egzotik, ama hep daha karmaşık ve daha yetişkin hikayeler oldular. Mesela Pat Ryan’ın Normandie Drake ile yaşadığı bir romantik kaçamak, sık sık yaşandığı gibi, hem ailenin işgüzar teyzesi tarafından yarıda kesiliyor hem de ardından aceleci sevgililer arasında yaşanan bir kavgayla sonlanıyordu. Normandie de neredeyse tamamen inadına, bir sosyete züppesiyle evleniyordu. Burada önemli olan, bir macera dizisinin en azından belirli bir bölümünde, silahlara, yumruklu kavgalara falan yer vermeden, okurların gerçek gündelik hayatında karşılığı olan özgün duygu ve ortamlarıyla ilgili bir hikayenin anlatılıyor olmasıydı. Caniff bant karikatür tarihinde ilk kez empati yeteneğini hikayeye yansıtıyordu ve okurlar da yanıt vermekte gecikmediler.
Caniff’le birlikte bant karikatür karakterlerinin rolü, işlevi ve samimiyeti, yepyeni boyutlara taşındı. Başka bir mizah ya da macera bandında (özellikle de Flash Gordon gibi görselliğin öne çıktığı yapıtlarda) rastlanmayan bir düzeyde, Terry and the Pirates’da güçlü ve çok katmanlı kişilikler rol aldılar. Karakterleri benzer bir özenle tanımlanmış diğer tek bant Little Orphan Annie’ydi, fakat Harold Gray onları başka bir amaç ve anlayışla, insan portresinden çok birer sembol olarak tasarlamıştı.
Caniff zaman zaman hikayelerindeki oyuncuları kendi arkadaşlarından, tanıdıklarından, hatta film yıldızlarından ilham alarak yaratıyordu (söylediğine göre, sinemada seyrettiği filmler ona yalnızca ilham vermekle kalmamış, okurlarına seslenecek tipik toplumsal karakter özelliklerini kestirme yoldan alabileceği birer başvuru kaynağı da olmuştu). Caniff’in ayrıntılı karakter tanımlama çalışmaları, çizgi roman tarihinde bir zirve noktasını oluşturmaktadır.
1940 yılında Çin'de savaş bütün hızıyla devam ederken Terry, Pat ve birkaç arkadaşı, kendierini bu ülkenin ıssız topraklarında terk edilmiş halde bulurlar. Tıpkı kahramanlarımız gibi, Amerikalı bir kadının himayesi altında olduklarını söyleyen çaresiz durumdaki bir grup Çinli savaş yetimiyle karşılaşırlar tesadüfen. Hayatta sıkışıp kalmış durumdaki Ryan'ı kendine hem yardımcı hem de koruma olarak tutmuş olan soğuk karakterli Raven Sherman'ın da aralarında olduğu bu tuhaf grup, Çin ovalarında maceradan maceraya koşar.
Raven isimli bu kadın bir yıl boyunca hikayelerde ya ana aktör ya da arka plan figürü olarak, ama mutlaka varlığını bir şekilde hissettiren gerçekçi bir figür olarak yer alır. Yavaş yavaş sert karakterinin yumuşamasını izleriz, özellikle de bir baltaya sap oılamamaış kaba saba rıhtım işçisi Dude Hennick ile karşılaşıp ona aşık olduktan sonra. Bu zor ilişki Raven'la birlikte büyüyüp değişmiş olan okurların ilgisini çekecektir tabii ki. Ardından gerçek hayatın normal hallerinden biri olmasına rağmen çizgiromanlarda nadiren karşımıza çıkan bir gelişme olur: Raven öldürülür.
Ve tarihe geçen o gün, bant upuzun karamsar havalı tek bir kare olarak yayımlanır: Terry ve üzüntüden yıkılmış haldeki Dude, ıssız Çin düzlüklerinde derme çatma bir mezar yaparak Raven'ı gömerler. Okurlar şaşkınlık içindedirler, hatta şok olmuşlardır; tıpkı hikayedeki karakterler gibi. Bu olay üzerine Caniff binlerce mektup ve telgraf alır, hatta gazetenin ofisine çelenk gönderenler bile olur. Hayatının sonuna kadar Raven'ın her ölüm yıldönümünde Caniff okur mektupları almaya devam edecektir. Bütün bunlar bir günlük gazetenin küçücük bir köşesi için çizilmiş birkaç resim ve kelimenin yarattığı etkidir. Caniff'in eli değdikten sonra çizgiroman denilen şey, Amerikan kültürel hayatının yeni unsurlarından biri olarak yerini perçinlemiştir.
Caniff’in kişilikleri yansıtmada kullandığı temel araç ne yüz ifadeleri ne de vücut diliydi, am bu iki unsuru da ustaca kullanarak yarattığı diyaloglardı. Karikatürün doğumundan bu yana karakterlerine bireysel “sesler” kazandıran ilk çizerdi (Harold Gray’in istisnai durumunu saymazsak); kendilerine özgü konuşma kalıpları, aksanlar, tuhaf ünlem sesleri ve orijinal mimiklerle onun kahramanları ete kemiğe bürünüyorlardı. Bazen hayatın anlamına dair derin laflar ediyor bazen de son derece yüzeysel konuşuyorlardı, ama her durumda, gerçek hayatta karşılığı olan ve kendilerine özgü bir ses tonları oluyordu. Caniff belki de sinema filmlerindeki diyaloglardan ilham alıyordu, ama Terry’yi üretirken kulaklarının da en az elleri kadar yetenekli olduğunu kanıtlamıştı.
1943 yılına gelindiğinde Amerika’nın savaşa girmesiyle artık Terry’de askerdedir. Eski akıl hocası Pat Ryan’ın yerini Albay Flip Corkin (adı Ohio State günlerindeki eski bir arkadaş olan Albay Phil Cochran’dan gelir) almıştır; ve gazetenin bir pazar günkü sayısında Terry’ye savaş hakkında baba nasihatları verirken görürüz onu: Ortalama bir erkeğin vatandaş olarak savaştaki rolü ve dayandığı toplumsal değerlerden bahseder. Hiçbir aksiyonun yer almadığı, sözel monologdan oluşan bir “konuşan beyinler” sayfasıdır bu. Öte yandan bir düzyazı başyapıtıdır, sanki II. Dünya Savaşı için yazılmış bir Gettysburg Hitabesi (Abraham Lincoln’ün 1863 tarihli, ünlü konuşması) sayılmayı hak edecek kadar heyecanlandırıcı ve samimidir. Başkan Roosevelt’in Dört Özgürlük konuşması ya da efsanevi savaş muhabiri Ernie Plyle’ın haberleri ya da Frank Capra’nın Why We Fight filmi gibi, karşı konulmaz ve etkileyiciydi. Tam metin olarak Kongre Kütüphanesi’ne kabul edilen ilk bant karikatür buydu.
Bu özel pazar sayfasını bu kadar başarılı yapan şeylerden biri de çizimlerin niteliğiydi. Birbirini takip eden yüzler göstermek yerine Caniff, bakış açısını radikal ve dramatik hareketlerle gezdirmişti. Caniff’in çizgiromana getirdiğ diğer bir temel yenilik de buydu. Kuşkusuz ki sinemadan etkilenmişti tabii, hikayenin içine işlemiş gizli aksiyonları vurgulamak amacıyla, tıpkı bir kamera gibi, yakın çekimlerden geniş açılara, silüetlere, tepe çekimlerine kadar her şeyi karelerinde kullanmıştı. Böylece güçlü bir hikaye, karakterlerin kişilikleri, çarpıcı diyaloglar ve başarılı çizgiler hepsi bir orkestranın üyeleri gibi bir araya gelerek, bir bant karikatür oluşturmuşlardı. Oysa o güne kadarki birçok çizer, bu bileşenlerin yalnızca bir iki tanesine ağırlık vermekle yetinmişlerdi.
Sickles ve Caniff'e özgü çizim tekniği hem okurların ilgisini çekmişti hem de çizgiroman mesleğinde iki sanatçının işbirliği yapmasını profesyonel gündeme taşımıştı. Fırçayla yaptıkları siyah-beyaz kontrastı ağırlıklı teknik, aslında çizimi daha kısa sürede tamamlamak gibi basit bir ihtiyaçtan doğmuştu. Öte yandan, gölge, tarama ve dokuları öylesine izlenimci bir yaklaşımla çiziyorlardı ki, orijinal iş bir gazete köşesinde basılacak şekilde küçültüldüğünde, ortaya tıpkı fotoğraflardaki gerçekçiliği yakalayan bir efekt çıkıyordu. Böylece bütün bir kuşak çizerler, yaptıkları işlerde "Caniff tarzı"nı yakalamak için çalışmaya başladılar.
1936 ve 1941 arasında Terry and the Pirates'da ele alınan hemen her karakter okurların ilgi odağı olmayı başardı. Caniff bu dönemde çok sayıda kadın karakter yarattı ve cinselliği bazen üstü örtülü bazen de daha açık bir üslupla karelerine taşıdı. İlk akla gelen kadın karakterler arsında ateşli, fettan ruhlu Burma, April Kane, Taffy Tucker, Hu Shee, Rouge ve Nasthalia (Nasty) Smythe-Heatherstone sayılabilir. Ama tüm gerçekçilik işaretlerine rağmen Terry bu ilk yılları boyunca hala egzotik mekanlar, tuhaf kanun kaçakları (örneğin Captain Judas ve Charles Laughton'dan ilham alan Sandhurst) ve seksi kadınlarla dolu bir fantazi dünyası anlatıyordu aslında.
Amerika'nın ikinci dünya savaşına girmesi bütün bunları değiştirdi. İçinde getçek "korsanlar" olan gerçek savaş, Terry and the Pirates'ın o güne kadar eksik olan sahicilik tarafını tamamlayabilir, Caniff'in olabildiğince gerçekçi tutmaya çalıştığı hikayelerine bir belgesel tadı da ekleyebilirdi böylelikle. Ama beklendiği gibi olmadı: Terry'deki -ve Caniff'in diğer tüm işlerindeki- o büyülü atmosfer, aslında romantik, ötedünyalı ve gözü kara bakış açısının nefes almasını sağlayan temel pencereydi. Bu özgün unsur, belki de Caniff'in yarttığı en güçlü karakter olan, hatta Terry'den bile daha keskin bir kişiliğe sahip Dragon Lady'de açıkça ortaya çıkıyordu.
Dragon Lady, farklı alt-anlamları bir araya getiren orijinal bir yaratımdı. Kötülüğün vücut bulmuş hali ve art niyetli bir yarı-Doğulu gizli gücün, insanı çaresiz bırakan, baştan çıkarıcı bir güzellikte boy göstermesi, usta işi bir yaratıcılık örneğiydi. Gerçekten de, eğer tüm kötülükler çirkin yüzlerle karşımıza çıksalardı, günah işlemeyi reddetmek daha kolay olmaz mıydı? Ama savaş yılları söz konusuydu ve Caniff bir seçim yapmak zorundaydı. Dragon Lady eskiden yaptığı gibi, Çin'in düşmanlarıyla (Amerika'nın düşmanları değil) işbirliği mi yapacaktı, yoksa Çinliler'in tarafını mı tutacaktı? Sonuçta "kötülüğün temsilcisi" imajının yaralanması uğruna, ama olabildiğince perde arkasında durmaya çalışarak, okurun gözüyle iyi adamlar kimse onların tarafına katıldı. Ve beklenen gelişme yaşandı. Caniff'in baştan beri anlattığı yasa tanımaz kabadayıların dünyası yerini askeri konuların işlendiği, vatani sorumluluk duygusunun propagandasının yapıldığı hikayelere bıraktı.
Caniff'in ötedünya meselelerine değil belki, ama egzotik dünyalara gösterdiği son ilgi patlaması, ironik biçimde, savaşın en yoğun günlerinde ortaya çıktı. Üniforma giyip bizzat askere gitmeyen Caniff, ülkesinin verdiği savaşa çizgileriyle ve özel projeleriyle hizmet etti: sadece askerlere dağıtılan kışla bültenlerinde yer almak üzere, Terry'nin normal gazetelerde hiç yayımlanmamış özel (ve biraz daha açık saçık) maceralarını çizdi. Bağlı olduğu News Syndicate, telif hakkı uyuşmazlığı yüzünden buna itiraz edince de, Male Call Starring Miss Lace isimli yepyeni bir bant ve yeni karakterler yaratmakta gecikmedi.
Eğer politik konular karikatüristi Thomas Nast'i Başkan Lincoln'ın sözleriyle "Kuzey'in en başarılı askere alımdan sorumlu çavuşu" sayacak olursak, Milton Caniff de hiç kuşkusuz, II. Dünya Savaşı boyunca Amerika'daki en başarılı moral subayıydı. Yarattığı yeni bant baştan sona askeri hayatın iç yüzüyle ilgili esprilerle doluydu ve elden ele dolaşıyordu. Birkaç yüz defa kışla bültenlerinde yer aldıktan sonra, iki kez de kitap formatında yayımlandı.
1945 yılında Caniff bağlı olduğu telif ajansını değiştireceğini ve yeni bir bant karikatür yaratacağını açıkladı. Cesur bir hamleydi bu, artık herkesçe kabul edilmiş olan başarılı bir kariyerden gönüllü olarak emekliye ayrılıyordu; ama aslında Caniff fethedecek yeni dünyalar arıyordu sadece. Tam olarak da, yaratıcılık sürecinde daha fazla söz sahibi olabileceği ve telif hakkı gelirlerinden de daha fazla pay alabileceği bir ortam arıyordu. Liberal görüşlü zengin işadamı Marshall Field'in (King Features Syndicate'in dağıtım ağının da yardımıyla) yayımladığı gazetelerin amiral gemisi olan Chicago Sun-Times'a transfer oldu ve Steve Canyon isimli yepyeni bir bant yarattı.
19 Ocak 1947 günü yayın hayatına başlayan Canyon isimli kahraman, savaş sonrası dönemde kendisini “göklerde gezen lejyoner ruhlu işadamı” gibi gören eski bir hava ikmal pilotudur (bu arada Terry, George Wunder isimli sanatçı tarafından çizilerek 1973 yılına kadar devam etmiştir). Böylelikle Canyon dizisi, Caniff’in içindeki dünyayı dolaşmak ve hayatı kendi kurallarına göre yaşayan sert insanlardan olmak eğilimlerini, kahramanları aracılığıyla ve zamanına göre de epey yüksek teknolojili biçimde karşılamış oluyordu. İlk hikayeler heyecan vericiydi ve sanatçı, çoğu kadınlardan oluşan unutulmaz bir kahraman kadrosu kurmaktaki başarısını bir kez daha kanıtlamıştı: Felaket habercisi Copper Calhoun, Poteet Canyon, Herself Muldoon, Miss Missou, Princess Sunflower, Madame Lynx ve Doe Redwood gibi…
Sonra yeni bir savaş Kore’de başladı ve ardından da Vietnam’da derken, ‘50’lerden ‘70’lerin sonuna kadarki dünyanın değişmez arka fonu olacak Soğuk Savaş’ın hiç bitmeyen alacakaranlığı kaplıyordu ortalığı. Canyon yeniden askere çağrılmıştı ve sık sık üniformayla boy gösteriyordu maceralarında; hatta bir ara CIA için bile çalıştı. En iyimser okurların gözünde bile Canyon artık haftanın yedi günü tekrarlanan bir “askere alma afişi” giydi artık. Daha kötümser okurlar ise Caniff’in Terry and the Pirates döneminde başarıyla sergilediği o büyülü “macera, karakter ve diyalog yaratma” formülünü artık kaybettiğini düşünüyorlardı.
Artık hikayelerin çoğu zekice kurgulanmış olmaktan çok, kafa karıştırıcı bulunuyordu. Caniff yarattığı karakterlerle oyunlar oynamaya başlamıştır artık. Okurlar yeni tanıştıkları her karakterin isminin gerçek hayattaki birisinin karikatürize edilmiş kelime oyunu versiyonu olup olmadığını düşünmeye başladılar. Diyaloglar da hem gerçek hayattaki doğallıktan çok, sanki sahnede söyleniyorlarmış gibi bir rotaya girmişti hem de mizah dozu gözle görünür biçimde yükselişe geçmişti. Son olarak Caniff’in çizimleri de Terry’deki göz alıcı manzaralar ve duygusal yakın planlarla karşılaştırıldığında, epey statik ve rutin bir görünüme girmişti. Bu durumun sebeplerinden birisi de son asistanının (yıllar içerisinde birçok yardımcısı olmuştu) çinileme işini yapmak yerine ilk kurşunkalemleri çizmesi, Caniff’in de bütün kompozisyon ve bakış açısı ayarlamalarını bu taslak üzerine oturmasıydı. Macera bant karikatürlerinin gazeteler tarafından reddedildiği 1970’li ve ‘80’li yıllardaki bir dönem boyunca Caniff de daha hafif hikayelere yöneldi, Canyon’ın yeğeni Poteet ve onun tuhaf arkadaşı Bitsy Beekman’ı öne çıkarttı. Ayrıca Canyon’ı Summer Olsen isimli bir kadınla evlendirerek, hikayedeki pek çok maceraperest gerilim unsurunu rafa kaldırdı.
Caniff’in Steve Canyon işlerinin son yıllarındaki, -sanatçı 3 Nisan 1988’de öldü-, tek egzotik macera izleri, Steve’in kendisini tarihi yolculuklar yaparken ya da eğlenceli maceralara atılmış olarak bulduğu uzun rüya sahneleriydi. Böylece Steve Canyon’ın son bölümlerinin “havada kalmış” Dickie Dare hikayelerine benzemeye başlamasıyla, Caniff’in kariyeri de tam bir çemberi tamamlamış oluyordu.
-------------------------
Bu yazıyı 2005 yılında Serüven dergisi için İngilizce’den çevirmiştim. – Melih Cılga -
25 Haziran 2009 Perşembe
Amon Düül (1993)
Alman rock tarihinde ikinci önemli bölge, Bavyera eyaletinin başkenti olan Münih kenti ve çevresidir. 60’lı yılların ortasında Rolling Stones ve Beatles gruplarının Münih’te verdikleri konserler gerçekten görülmeye değer olaylardır. Bu grupların büyüleyici başarıları, Münihli gençlerin gündemindeki bir numaralı sohbet konusu haline gelir. Bulvar basının ve diğer mecraların da olayın üstüne gitmesiyle rock müzik Münih sakinlerinin ilgi odağı haline gelir.
Bu rock konserlerinin genç Münihliler için önemi okul, ev ve işten oluşan gündelik kısır döngülerini kırabilecekleri yepyeni bir ’faaliyet’ alanı keşfetmiş olmalarından kaynaklanmaktadır. Rock müziğin beraberinde taşıdığı Beat ve Pop yaşamı anlayışı, Münih’te yepyeni bir ’genç kültür’ ve alternatif yaşam anlayışının filizlenmesine yol açar. Eskiden kentte alternatif mekan olarak yalnızca teenage genç gruplarının devam ettiği pastahanelerde, üniversitelerde ya da sıradışı sanatçıların atölyelerinde "farklı" gençler toplanmaya, birlikte zaman geçirmeye başlarlar. Tıpkı o dönemdeki San Francisco’da olanlara benzer oluşumlar yaşanmaktadır. Küçük boyutlu festivallerinde yerel rock grupları ilk kez sahne almaya başlarlar. Artık Münih ve çevresinde kelimenin tam anlamıyla ’underground’ bir yaşamın filizleri görülmektedir.
Tam o günlerde "Amon Düül" ortaya çıkar Münih’te. Alman rock müziğinin gelişim çizgisinde bu grubun progressıve rock performansının önemli bir belirleyiciliği olacaktır.
Amon Düül'ü oluşturan genç müzisyenler lise yıllarından arkadaştırlar. Okul bitince Münih’in Schurabing semtindeki tek odalı bir apartman dairesine taşınırlar. Kimi günler bu ufacık odaya sekiz on kişi doluşmaktadır. Komşuların ve evsahibinin sabırlarının tükenmesi çok uzun sürmez; grup üyeleri taşınmak zorunda kalır. 1967 yılında altı odalı bir müstakil ev tutarlar kendilerine. Enstrümanları ve amfileri de aldıktan sonra, prova yapmak için bir bodrum katını kiralarlar. Verdikleri ücretsiz konserler ve etkileyici sahne performansları sonucu, etraflarında genç insanlardan geniş bir kitle oluşur.
Fakat bazı radikal sol çevrelerin müzisyenlerle dostluk kurmaları ve grup üyelerinin bir kısmının da politize olmasıyla, konser verdikleri bodrum katındaki naif atmosfer yok olmaya başlar. Radikal sol çevreler Berlin ve Münih’teki sokak gösterilerinin de heyecanıyla, Amon Düül’ün ajitasyon dolu müzikler yapmasını isterler. Fakat grup içinde ajitasyonu öne çıkarmak yerine içlerinden geldikleri gibi müzik yapmak isteyen insanlar da vardır. Bu görüş ayrılığı grubun ikiye bölünmesine yol açar. Siyasete angaje müziği tercih edenler Berlin’e giderek orada Amon Düül I grubunu oluştururlar. Fakat çok geçmeden bu grup dağılır. Münih’te kalanlar ise Amon Düül II adıyla müzik yapmayı tercih ederler. Onlar Amon Düül I’in ideolojik içerik çizgisi yerine geçmişe yönelmeyi seçerek, mitolojik tanrılar, mistik felsefeler ve karanlık güçlerle dolu bir dünya anlattıkları düş yolculuklarına çıktılar. Mistik bir bilimkurgu anlayışına sahiptiler. Amon Düül Il’nin elemanları 1968 yılının sonunda kent merkezinden ayrılarak şehir dışında, yeni yapılmış büyük bir binaya taşınırlar. Etrafı yeşilliklerle kaplı, villaların ve yazlıkların arasında ve Ammersee adlı gölün hemen kıyısında bulunan bu konforlu mekanda yepyeni müzik kombinasyonları denemeye başlarlar.
Onları bu müzikal deneylere sürükleyen nedenler okul yıllarından kaynaklanmaktadır. Okudukları lisede müzik eğitimi, ağırlıklı bir yere sahiptir. İlerde Amon Düül’ü oluşturacak gençler müziğin kendisini çok sevmekte, fakat müzik eğitiminden nefret etmektedirler. Belirli enstrümanlarla ilk karşılaşmaları da nefret ve reddetme biçiminde bir ilişkiyle gerçekleşir. Örneğin, grup üyesi Chris Karrer "Benim nefret ettiğim enstrüman kemandı. Okulda keman çalmak zorundaydım: ama elime bile almak istemiyordum. Çok sonra Hint müziğiyle ilgilenirken kemanı yeniden keşfettim." diyecektir...
Batılı müzik anlayışına ve bununla bağlantılı eğitim ideolojisine duydukları güvensizlik dolayısıyla Amon Düül üyeleri 60’lı yılların sonunda doğu ve batı ezgilerini içeren bir ses sentezi geliştirmeye çalıştılar.
"Lisedeki müzik eğitimimiz sırasında yalnızca Batılı müzik anlayışını öğrendikten sonra, tümüyle rastlantı sonucu farklı en az bin müzik türü daha olduğunu anlayınca kendi kendimize karar verdik. Bu farklı türleri ortak bir pota içinde eritmeye, tüm yönlere ve tüm etkilere açık bir müzik geliştirmeye çalışacaktık." der Chris Karrer.
İlk albümlerinde elektronik enstümanlarda yorumladıkları Gregorian dönemi şarkılarını ortaçağa özgü bir Almancayla seslendirdiler. Eski Ahit’teki felaket anlatılarından yola çıkarak dünyanın gelecekte yaşayacağı kötü günlerden haberler verdiler.
Müziklerinde Pink Floyd’un açık etkisi görünüyordu. 1968 yılında ilk kez sahneye çıktıklarında müzik eleştirmenlerinden son derece olumsuz tepkiler almışlardı. Eleştirmenlerin "underground oratoryolar" olarak adlandırdıkları parçalarını caz doğaçlamaları, hard rock akorlarıyla ve egzotik seslerle zenginleştirmeye çalıştılar. Pink Floyd, Mothers of Invention ve Jefferson Airplane’in açık etkisi altında gidip gelen Amon Düül II, 1972 yılında Melody Maker dergisi tarafından "Kendine özgü bir sound geliştirebilen ilk Alman progressive rock grubu" olarak adlandırıldı. Grubun kadrosunda, Karrer, Rogner, Weinzie ve Knaup çekirdek isimler olarak kalırken, çok çeşitli isimler girip çıkar.
Tüm Alman rock gruplarında görülen bir "sentez yapma ve yeniliklere açık olma" eğilimi sayesinde Amon Düül II, çağdaş rock ritimlerini egzotik müziklerle birleştirmeye başarır. İlk albümleri "Phallus Dei"ın bir kısmında ve sonraki çalışmalarında ritim unsurları tamburin ve zillerle verilir. Ortaya çıkan müzik, Tibet tapınaklarında keşişler tarafından çalınan monoton ağır tempolu parçaları andırıyordu.
Bu ilginç ses karışımlarının yanı sıra Amon Düül II, elektronik ses sinyalleri kullanan ilk Alman gruplarından birisi olma özelliğine de sahipti. Kullandıkları çok yüksek ve çok düşük frekanslı ses sinyalleriyle dinleyiciler üzerinde alışılmadık etkiler oluşturmaya çalışıyorlardı. Amplifikatörlerle güçlendirilmiş rock müziğini dinleyen kişiler üzerinde nörofizyolojik etkilere olabileceğini farkettiler.
Yaptıkları deneysel müziğin yanı sıra Amon Düül II üyeleri kimi sosyal ve politik nitelikleri dolayısıyla da dikkat çeker olmuşlardı. Özellikle tüm grup üyelerinin aynı evde, bir "komün" görünümünde yaşamaları Almanya için ilginçti. Gazetecilerin ve hayranlarının düşündüklerinin tersine, grup üyelerinin yeni bir komünal yaşam teorisi kurmak gibi bir dertleri yoktu. Tıpkı Grateful Dead gibi onların da birlikte yaşamayı tercih etmelerinin asıl amacı, yoğun biçimde müzikle uğraşabilmek ve zorunlu yaşamsal harcamalarını en aza indirgeyebilmekti.
Grup üyelerinin bu doğal ve tümüyle içten gelen tavırları kamuoyu tarafından yanlış anlaşıldı. Müzisyenler toplumsal konumlarını "gönüllü yalnız yaşam" olarak adlandırıyorlardı. Kendilerini dış dünyadan soyutlamışlardı. Fakat toplum da kendisini onlardan soyutladı. İşin kötüsü, yalnızca Münih’in muhafazakar çevreleri değil, "yeniliklere açık" olmaları beklenen gençler de Amon Düll üyelerine karşı tavır aldılar. Grupla toplum arasında derin bir uçurum oluştu. Alışılmadık dış görünümleri, sırtlarına kadar inen saçları, pejmürde pardesüleriyle Amon Düül üyeleri ilk bakışta bir çingene topluluğunu andırıyordu. Grup sürekli olarak kalacak yer sorunuyla uğraşmak durumundaydı. Komşularının ve evsahiplerinin hoşnutsuzluğu yüzünden hiçbir evde altı aydan fazla oturamıyorlardı. Grubun tek kadın elemanı Renate Knaup "Emlak komisyoncularını ikna etmek için saatlerce dil dökmek zorundaydık. Genellikle ben konuşuyordum; hep turnede olacağımızı, evde çok kısa süreler kalacağımızı falan söylüyordum" diyordu.
1969 yılında ilk albümleri "Phallus Dei" yayımlandı. O sıralar hiçbir ekonomik kaygıları yoktu ve yalnızca içlerinden gelen müziği yapmak istiyorlardı. Müzik endüstrisinden nefret ediyorlardı. İlk albümleri 20 bin sattı. Birçok yerde sahneye çıktılar ve diğer ülkelere turne düzenlemeyi ciddi olarak düşünmeye başladılar.
1970 tarihli "Yeti" ve 1971 tarihli "Dance of the Lemmings" albümleri daha iyi bir satış başarısı elde etti. Bu arada grup olarak sık sık taviz vermek durumunda kalıyorlardı. Yetmişlerin ilk yıllarına gelindiğinde, artık grup üyeleri arasındaki dayanışma, dostluk ve uyum ruhundan pek eser kalmamış, yaptıkları işe duydukları saygıda belirgin bir azalma olmuştu. Kimi zaman hemen hiç prova yapmadan sahneye çıkıyor, kimi zaman da konserin vaktini yarım saat geçirmelerine rağmen kuliste oyalanıp duruyorlardı. Bir radyo istasyonunda verecekleri canlı konserin başlamasından beş dakika öncesine kadar hangi parçayı nasıl çalacaklarını tartışır olmuşlardı artık. Bu yüzden birçok konserde çok düşük nitelikli performans sergilediler.
Grup içindeki çözülmeyi hızlandıran başka gelişmeler de vardı. Bağlı oldukları plak şirketinin Paris temsilcisi, bu kente turne için geldiklerinde grubu kelimenin tam anlamıyla krallar gibi ağırlamış, grup üyelerinin kendilerini ünlü rock starları gibi hissetmelerini sağlamıştı. Grup üyelerinin kaldığı Hilton Oteli’nde basın toplantıları, Olympia Kulüp’te özel şovlar, televizyon programları vb.
Düzenleyen organizatörün tek amacı, grubun ticari başarısını arttırmaktı tabii. Grup üyeleri kendilerine önemli getiriler sağlayacağını umdukları bu ticari gelişimlere tahammül ediyorlardı. Fakat oyunu endüstrinin kurallarıyla oynamanın getirileri hiç de grup üyelerinin umduğu gibi olmadı.
1971’den itibaren Amon Düül albümleri A.B.D.’de ve Japonya’da da yayımlanmaya başladı. Endüstriyle bütünleşme tehlikesinin verdiği tedirginlik ve istemedikleri halde popüler rock yıldızı olmaya yüz tutmaları, grubu bir arada tutan bağları iyice yıprattı. Sahne performanslarının ve yaptıkları bestelerin niteliğinde gözle görülür düşüş yaşanır oldu.
Bir zamanlar büyük umutlarla yola çıkan grup, yetmişli yılların ortasına gelindiğinde sahnelerden uzaklaşmış bir stüdyo grubuna dönüşmüştü. 1975 yılından sonra yalnızca bir stüdyo grubu olarak kariyerlerini sürdürdüler. Ta ki müzik dünyasındaki belirleyiciliklerini yitirene kadar. Artık "Alman rock"ının dünya platformundaki başarısına yeni ufuklar açmak" gibi bir işlevleri kalmamış olsa da, yaptıkları müzik öneminden pek bir şey yitirmedi. Amon Düll II kendi özgün sound’unu geliştirebilmiş ilk Alman rock grubuydu. Yaptıkları müzikal deneyler ve müziğe kazandırdıkları yeni soluklar, yetmişli yıllardaki diğer Alman rock grupları için eşsiz bir hazine değerindeydi. Yeni gruplar, Amon Düül’ün başarılarından ve hatalarından çok şey öğrenme şansına sahiptiler.
- Melih Cılga (a.k.a. Melih Katıkol 1992-99), Çalıntı Dergisi- 01 Temmuz 1993 –
David Bowie (1993)
Öyle birisini düşünün ki, şarkı yazarı, vokalist, aktör, prodüktör, ressam ve reklamcı/iletişimci gibi "birkaç" işi bir arada başarıyla yürütebilsin! İşte yirmi küsur yıllık David Bowie efsanesi bu çok yönlü başarıya dayanmaktadır, ilk albümünü yayımladığı 1967'den bugüne değin çok çeşitli dönemlerde çok farklı konumlarda karşımıza çıkması ve hep popüler kalabilmesi, müzik endüstrisinde eşine az rastlanır bir olaydır. Bowie daha 16 yaşındayken Kafka, Kerouac, Isherwood, Nietzsche, Genet gibi yazarları okumaktadır. Bu yazarların düş güçlerinin etkisi birkaç yıl sonra sergileyeceği tiplemelerde açıkça görülecektir. Greta Garbo'nun gizemli kadınsılığından isterik bir uzaylının gelecek kaygılarına ya da sado-mazo bir erkeğin erotik düşlerine kadar uzanan çok geniş bir rol yelpazesini canlandıracaktır sahne şovlarında.
Bowie henüz müzikal açıdan iddiasız bir imaj çizdiği ilk albümünün pek iyi satmaması üzerine, bir süre müzikten uzaklaşır. Kendisine hem dans, mim ve makyaj öğretecek hem de sevgilisi olacak olan Lindsay Kemp ile başka bir kadınla ilişkisi yüzünden ayrılınca, Budizm'le yakından ilgilenmeye başlar! 1970 tarihli "The Man Who Sold the World" albümü Bowie'nin hayatında bir dönüm noktasıdır; ilk kez " farklı kişilikler arasında gidip gelmeye" başlar.
Müzikalite ve dış görünüm anlamında ilk başlardaki iddiasız karakterin yerini elektrogitarla, çarpıcı kostüm ve makyajlarla desteklenmiş sert, sıradışı bir görünüm alır. Bu arada yaratmak istediği popüler imaj uğruna, "aslında biseksüel olduğu" gibi tartışma götürür açıklamalar yapmaktan da kaçınmaz.
1972'de çıkardığı albümle yarattığı Ziggy Stardust tiplemesi müzik dünyasında gerçekten olay yaratır. "The Rise and Fall of Ziggy Stardust and the Spiders From Mars" albümünde anlattığı fantastik uzaylı öykülerini son derece başarılı teatral sahne şovlarıyla sunar. Bowie, "Diamond Dogs", "Station to Station" gibi birbirinden ilginç yeni albümleri ardı arkasına yayımlamaya devam eder. 1977 yılında uyuşturucu tutkusunun tehlikeli boyutlar ulaşması üzerine Berlin'e biraz olsun kafasını toparlamaya gider. Orada Brian Eno ile birlikte "Low" ve "Heroes" albümlerini yapar. 1980 yılında çok güçlü bir kadroyla yaptığı nitelikli rock albümü "Scary Monters" İngiltere listelerinde 1 numaraya kadar çıkar. Bu albümden sonra müziğe bir süre ara veren Bowie, film çekimleri ve televizyon porgramlarıyla ilgilenir.
Üç yıl aradan sonra yaptığı "Let’s Dance" albümü başarılı dans parçalarından oluşmaktadır. 1989'da yeni bir atılım gerçekleştirerek, geleceğin müziğini herkesten önce yapar: Tin Machine grubunu oluşturarak grunge müziğin ilk örneklerini sergiler. Fakat iki stüdyo ve bir konser albümünden sonra grubu dağıtır. 1993 yılında ise "Black Tie, White Noise" ile karşımızda şu anda. Bu son albümünde 1980 tarihli "Scary Monsters"da yarım bıraktığı çizgiyi sürdürmeyi deniyor Bowie. Belki şu sıralar 2000'li yılların müziğini sergileyeceği yeni bir şov planlamaktadır... Kim bilir?..
- Melih Cılga (a.k.a. Melih Katıkol 1992-99), Deli Dergisi, 11 Ağustos 1993 -
19 Haziran 2009 Cuma
Herkese açık pazarlama planı!?..
Referans gazetesinde Nur Demirok’un bu haftaki yazısında, krizden sonra “pazarlama planı” anlayışında bir değişim yaşandığından bahsediliyor... Öncelikle, epeyce şaşırdım yazıyı okuyunca, çünkü farklı kavramlar arasında yeni ilişkiler tanımlamaya çalışırken sanki biraz aceleci davranılmış ve kavram karmaşasının yolu açılmış gibi geldi bana...
Kuşkusuz, pazarlama planının rahatça elden ele dolaşabilir hale gelmesi, ihtimali bile şaşırtıcı bir haber... Acaba tanımı da mı değişiyor, artık farklı bir şey mi anlayacağız pazarlama planı deyince, diye meraklanmamak elde değildi doğrusu... Öncelikle, bu “plan”ın şekline bir itirazım olacak: Açıkçası, işini bilerek yapan insanların hazırladığı hiçbir “pazarlama planı”nda yüzlerce grafik ve rakam kalabalığı vs. yer aldığını duymadım bugüne kadar... Olsa olsa o bir “durum analizi” raporudur ve sunulduğu yöneticinin seviyesine göre, içerisinde makro ölçekli bir PESTEL analizi ya da daha mikro ölçekli bir SWOT analizi vs. yer alması da gayet normaldir diye düşündüm haliyle... Eğer strateji seviyesindeki “bildiğimiz anlamda” pazarlama planları ve onun alt bileşeni olan senaryo planları gerçekten yüzlerce grafik ve rakam kalabalığı içeriyorsa, o şirkette Demirok’un söylediği gibi “psikolojik açıdan kendi iç dünyamızı tatmin etme” gayretinin de çok ötesinde, açıkça “bilgi hiyerarşisi” seviyesinde daha ciddi başka problemler var demektir bence...
Bilgi hiyerarşisi ve “herkese açık bilgi”
Kavram karmaşasına yol açmamak için, orta düzey yöneticilerin hazırladığı “durum analizi” raporları ile üst düzey yöneticilerin hazırladığı “pazarlama planı”nın farklı şeyler olduğunun altını çizmek gerekiyor belki: Gayet açıktır ki, normal koşullarda bir Genel Müdür’ün, örneğin dışarıdaki bir pazar araştırma şirketinden (ya da kurum içi herhangi bir departmandan) gelen raporlardaki (örneğin) KPI grafiklerini değil hatırlamasına, görmesine bile gerek yoktur zaten: Onu ilgilendiren, olsa olsa raporun “executive summary” kısmındaki ya da sonundaki eylem önerilerinin gerçekçi ve uygulanabilir olup olmadığıdır... Bu arada, belki şirketin “misyon –vizyon” gibi kalıcı değerlerinin bir tür “amentü” ya da “motivasyon anayasası”na dönüştürülüp tüm personelle paylaşılması (tedavül edilmesi) başka bir şeydir, stratejinin ve bilgi hiyerarşisinin doğası gereği hem “biraz gizli” kalması hem de makul aralıklarla güncellenmesi gereken “pazarlama planı” ise bambaşka bir şeydir sanırım... :) Bu krizin birçok şeyi değiştirdiği / değiştireceği ortada ama, “pazarlama planı”nın tanımının bu biçimde değiştirilmesi gerektiğine dair elimizde hangi işaretler var, açıkçası söz konusu yazıda bunu göremiyorum şu anda...
Duvar bizi beklemez, biz ona gideriz
Öte yandan, yazarın iddia ettiği gibi bu büyük kriz acaba gerçekten “beklenmeyen bir gelişme” miydi, yoksa belirli bir zihniyette ısrar eden birtakım finans yöneticilerinin ancak duvara çarparak durmalarıyla sonuçlanan bir fanatiklik gösterisi miydi?.. Kuşkusuz, psikolojik açıdan kendi iç dünyamızı tatmin edince geri kalan dünyanın da buna inanacağını ve buna uygun davranacağını beklemek, ya “deli cesareti”dir ya da fanatiklik seviyesinde “gözü kara” bir tercihtir... Fakat her geçen gün daha iyi öğrenmekteyiz ki, konu aslında bir cesaret meselesi falan değil, belirli bir zihniyet ve etik anlayışında ısrar etme meselesiymiş: Yapabileceğimiz olası hataların bedelini, bol miktarda umut dağıttığımız başka insanlara ödetmeyi içimize sindirebilme rahatlığıymış... “Eh artık onlar da akıllı olsalardı, şu kadar lira gelirleri varken on katı borca girmeselerdi!” demek pek bir şeyi açıklamıyor, çünkü piyasadaki rol dağılımının temelinde bariz bir “algı eşitsizliği” var: Kitlesel psikolojinin “beklenti yönetimi” stratejileri yoluyla ustaca manipüle edilmesi gibi bir temel piyasa gerçekliği var karşımızda...
Bu arada, kriz sonrasında profesyonel yönetimlerin sıkı denetim altına alınması ihtiyacı doğduğu tabii ki doğru, fakat burada sorgulanması gereken şey, “yönetimde tam profesyonellik” yerine hissedarların aktif yönetimde söz sahibi olması mıdır gerçekten, emin değilim: En azından, kararları kimin alacağından çok, hangi zihniyetle ve hangi etik değerlerle hareket edeceği daha önemli değil mi?.. Fanatiklik düzeyinde “gözü kara” manipülasyon yaparak herkesi duvara doğru koşturabilen zihniyetler denetlenmelidir, gibi geliyor bana sanki... :)
“Fırsat”ın fütüristik tanımı
Ve nihayet, gerçek fırsatların planlama ürünü değil anlık doğaçlama ürünü olduğu iddiası da, sanki biraz bağlamından koparılmış, “anlam bütünlüğü içerisinden cımbızlanmış” sloganvari bir varsayım gibi geliyor kulağa... Çünkü bahsedilen şey, fırsatı “doğru yeri ve doğru zamanı gelmiş, koşulları olgunlaşmış bir fikir için düğmeye basmak” biçiminde tanımlamak yerine, işi biraz sezgisel rastlantısallığa bırakmak, biraz kaderciliğe teslim olmak ve metafizik sulara yelken açarak yepyeni “fırsat efsaneleri” yaratmak anlamına geliyor sanki... Zaten önerilen çözüm modelinde fırsatların fütüristler tarafından belirleneceğini söylemek de kendi içerisinde mantıksız, çünkü fırsatın “anlık doğaçlama” olduğu varsayımıyla çelişiyor açıkça... :)
Kuşkusuz, pazarlama planının rahatça elden ele dolaşabilir hale gelmesi, ihtimali bile şaşırtıcı bir haber... Acaba tanımı da mı değişiyor, artık farklı bir şey mi anlayacağız pazarlama planı deyince, diye meraklanmamak elde değildi doğrusu... Öncelikle, bu “plan”ın şekline bir itirazım olacak: Açıkçası, işini bilerek yapan insanların hazırladığı hiçbir “pazarlama planı”nda yüzlerce grafik ve rakam kalabalığı vs. yer aldığını duymadım bugüne kadar... Olsa olsa o bir “durum analizi” raporudur ve sunulduğu yöneticinin seviyesine göre, içerisinde makro ölçekli bir PESTEL analizi ya da daha mikro ölçekli bir SWOT analizi vs. yer alması da gayet normaldir diye düşündüm haliyle... Eğer strateji seviyesindeki “bildiğimiz anlamda” pazarlama planları ve onun alt bileşeni olan senaryo planları gerçekten yüzlerce grafik ve rakam kalabalığı içeriyorsa, o şirkette Demirok’un söylediği gibi “psikolojik açıdan kendi iç dünyamızı tatmin etme” gayretinin de çok ötesinde, açıkça “bilgi hiyerarşisi” seviyesinde daha ciddi başka problemler var demektir bence...
Bilgi hiyerarşisi ve “herkese açık bilgi”
Kavram karmaşasına yol açmamak için, orta düzey yöneticilerin hazırladığı “durum analizi” raporları ile üst düzey yöneticilerin hazırladığı “pazarlama planı”nın farklı şeyler olduğunun altını çizmek gerekiyor belki: Gayet açıktır ki, normal koşullarda bir Genel Müdür’ün, örneğin dışarıdaki bir pazar araştırma şirketinden (ya da kurum içi herhangi bir departmandan) gelen raporlardaki (örneğin) KPI grafiklerini değil hatırlamasına, görmesine bile gerek yoktur zaten: Onu ilgilendiren, olsa olsa raporun “executive summary” kısmındaki ya da sonundaki eylem önerilerinin gerçekçi ve uygulanabilir olup olmadığıdır... Bu arada, belki şirketin “misyon –vizyon” gibi kalıcı değerlerinin bir tür “amentü” ya da “motivasyon anayasası”na dönüştürülüp tüm personelle paylaşılması (tedavül edilmesi) başka bir şeydir, stratejinin ve bilgi hiyerarşisinin doğası gereği hem “biraz gizli” kalması hem de makul aralıklarla güncellenmesi gereken “pazarlama planı” ise bambaşka bir şeydir sanırım... :) Bu krizin birçok şeyi değiştirdiği / değiştireceği ortada ama, “pazarlama planı”nın tanımının bu biçimde değiştirilmesi gerektiğine dair elimizde hangi işaretler var, açıkçası söz konusu yazıda bunu göremiyorum şu anda...
Duvar bizi beklemez, biz ona gideriz
Öte yandan, yazarın iddia ettiği gibi bu büyük kriz acaba gerçekten “beklenmeyen bir gelişme” miydi, yoksa belirli bir zihniyette ısrar eden birtakım finans yöneticilerinin ancak duvara çarparak durmalarıyla sonuçlanan bir fanatiklik gösterisi miydi?.. Kuşkusuz, psikolojik açıdan kendi iç dünyamızı tatmin edince geri kalan dünyanın da buna inanacağını ve buna uygun davranacağını beklemek, ya “deli cesareti”dir ya da fanatiklik seviyesinde “gözü kara” bir tercihtir... Fakat her geçen gün daha iyi öğrenmekteyiz ki, konu aslında bir cesaret meselesi falan değil, belirli bir zihniyet ve etik anlayışında ısrar etme meselesiymiş: Yapabileceğimiz olası hataların bedelini, bol miktarda umut dağıttığımız başka insanlara ödetmeyi içimize sindirebilme rahatlığıymış... “Eh artık onlar da akıllı olsalardı, şu kadar lira gelirleri varken on katı borca girmeselerdi!” demek pek bir şeyi açıklamıyor, çünkü piyasadaki rol dağılımının temelinde bariz bir “algı eşitsizliği” var: Kitlesel psikolojinin “beklenti yönetimi” stratejileri yoluyla ustaca manipüle edilmesi gibi bir temel piyasa gerçekliği var karşımızda...
Bu arada, kriz sonrasında profesyonel yönetimlerin sıkı denetim altına alınması ihtiyacı doğduğu tabii ki doğru, fakat burada sorgulanması gereken şey, “yönetimde tam profesyonellik” yerine hissedarların aktif yönetimde söz sahibi olması mıdır gerçekten, emin değilim: En azından, kararları kimin alacağından çok, hangi zihniyetle ve hangi etik değerlerle hareket edeceği daha önemli değil mi?.. Fanatiklik düzeyinde “gözü kara” manipülasyon yaparak herkesi duvara doğru koşturabilen zihniyetler denetlenmelidir, gibi geliyor bana sanki... :)
“Fırsat”ın fütüristik tanımı
Ve nihayet, gerçek fırsatların planlama ürünü değil anlık doğaçlama ürünü olduğu iddiası da, sanki biraz bağlamından koparılmış, “anlam bütünlüğü içerisinden cımbızlanmış” sloganvari bir varsayım gibi geliyor kulağa... Çünkü bahsedilen şey, fırsatı “doğru yeri ve doğru zamanı gelmiş, koşulları olgunlaşmış bir fikir için düğmeye basmak” biçiminde tanımlamak yerine, işi biraz sezgisel rastlantısallığa bırakmak, biraz kaderciliğe teslim olmak ve metafizik sulara yelken açarak yepyeni “fırsat efsaneleri” yaratmak anlamına geliyor sanki... Zaten önerilen çözüm modelinde fırsatların fütüristler tarafından belirleneceğini söylemek de kendi içerisinde mantıksız, çünkü fırsatın “anlık doğaçlama” olduğu varsayımıyla çelişiyor açıkça... :)
1 Haziran 2009 Pazartesi
Kendini optimize eden yönetici...
Analitik CRM’den başlayıp “karar destek sistemleri”ne kadar uzanan güzel bir tartışmaya farklı bir bakış açısı örneği daha eklemeyi deneyeceğim: Ama bu örnekte, belirli aşamalardaki dönemsel sonuçlardan alınan feedback’ler yoluyla sürekli kendisini eğiten, kendisini geliştiren “akıllı yazılımlar”dan değil, bilakis “akıllı yöneticiler”in kendi kendilerine “karar destek workshopları” ortamı yaratmasından bahsedeceğim... :) Yani bu “öğrenen sistem” ve “karar optimizasyon” modeli, bizzat canlı kanlı insanlar (yöneticiler) arasındaki bire bir yüz yüze ilişki seviyesinde nasıl kurgulanabilir, daha açıkçası “üst düzey yöneticilerin artık bir karar vermeleri gereken o son saatlerden hemen birkaç gün öncesindeki öğrenme süreci nasıl modellenebilir” sorusuna cevap arıyorum tam olarak...
Örneğin, üst düzey bir pazarlama yöneticisinin elinde, analitik CRM’cilerin sunduğu sonuç raporunun yanı sıra “üçüncü parti” pazar araştırma şirketinin sunduğu “marka sağlığı” raporu da mevcut olsun. Hatta reklam ajansından gelen “yaratıcı iletişim fikirleri” de masada hazır olsun. Hatta yöneticiler genelde büyük bir masada oturdukları için, o masada bir rapora daha yer açalım: Akıllı yöneticimiz, ajanstan gelen yaratıcı konsepti de henüz yayınlanmadan test ettirmiş ve muhtemel performansını da ölçtürmüş olsun, vs...
Yöneticimiz bütün bu farklı içgörüleri değerlendirerek eyleme dönük doğru kararları vermeye çalışırken, kendisi o dakikada yeni bilgi olarak neler öğrenecek, hangi bilgileri eleyecek, sonuç raporlarında nerelerin altını nerelerin üstünü çizecek? Acaba “kişiden kişiye göre değişir”miş gibi görünen bu kritik süreç, “kişisel deneyim” olmaktan çıkarılıp bir tür workshop’a dönüştürülürse, optimize edilebilir mi?.. Adına “karar destek amaçlı workshop” diyelim ya da “içgörü entegrasyonu toplantısı” diyelim fark etmez, “öğrenen yönetici / kendi kendini optimize eden yönetici” figürünü analiz etme çabası içerisindeyim... :) Bütün bu anlattıklarımın “marka yönetimi” çerçevesine uyarlanmış basit bir denemesi şurada mevcut...
Örneğin, üst düzey bir pazarlama yöneticisinin elinde, analitik CRM’cilerin sunduğu sonuç raporunun yanı sıra “üçüncü parti” pazar araştırma şirketinin sunduğu “marka sağlığı” raporu da mevcut olsun. Hatta reklam ajansından gelen “yaratıcı iletişim fikirleri” de masada hazır olsun. Hatta yöneticiler genelde büyük bir masada oturdukları için, o masada bir rapora daha yer açalım: Akıllı yöneticimiz, ajanstan gelen yaratıcı konsepti de henüz yayınlanmadan test ettirmiş ve muhtemel performansını da ölçtürmüş olsun, vs...
Yöneticimiz bütün bu farklı içgörüleri değerlendirerek eyleme dönük doğru kararları vermeye çalışırken, kendisi o dakikada yeni bilgi olarak neler öğrenecek, hangi bilgileri eleyecek, sonuç raporlarında nerelerin altını nerelerin üstünü çizecek? Acaba “kişiden kişiye göre değişir”miş gibi görünen bu kritik süreç, “kişisel deneyim” olmaktan çıkarılıp bir tür workshop’a dönüştürülürse, optimize edilebilir mi?.. Adına “karar destek amaçlı workshop” diyelim ya da “içgörü entegrasyonu toplantısı” diyelim fark etmez, “öğrenen yönetici / kendi kendini optimize eden yönetici” figürünü analiz etme çabası içerisindeyim... :) Bütün bu anlattıklarımın “marka yönetimi” çerçevesine uyarlanmış basit bir denemesi şurada mevcut...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)