16 Aralık 2006 Cumartesi
11 Aralık 2006 Pazartesi
9 Aralık 2006 Cumartesi
Kaçırdığın Gözlerinde...
düşman kardeş
gözlerim kararır alımlı göklerinde
ne bakışlarım ne dilimdeki söz elverdiğinde
ilk duvara silerdim elimde eriyen gecenin izlerini
böyle anlarda sevdim kendimi
dünyanın zirvesindeki uykuya yumuşak iniş yapana değin
ayakta kalmak ne zormuş diye inler
bir küçücük tanrıcık gibi titrerdim gönüllü
düşman kardeşim seçtiğim korkular
ilk kez kaçırdığın gözlerinde meşrulaştılar
gençlik günlerimizi hatırladım birden
odamda boğulan adamın son dileği
teras gülünün damdaki kediye aşkı
kimse bizden cesur değilken tutulmuştum sana
gençliğime gün biçen cansuyumdan içen
bedel olması umuduyla beslediğim
vahşi hayvan misali gönlümde
dokunduğumda yarına dair yalanlarına
iz bırakmayan bir elveda gibi resmin yer aldı duvarımda
solumayı öğrenen ölü asaletiyle
geceler kurban almaya devam ediyor şimdi
Kasım 1996 - Haziran 2004
gözlerim kararır alımlı göklerinde
ne bakışlarım ne dilimdeki söz elverdiğinde
ilk duvara silerdim elimde eriyen gecenin izlerini
böyle anlarda sevdim kendimi
dünyanın zirvesindeki uykuya yumuşak iniş yapana değin
ayakta kalmak ne zormuş diye inler
bir küçücük tanrıcık gibi titrerdim gönüllü
düşman kardeşim seçtiğim korkular
ilk kez kaçırdığın gözlerinde meşrulaştılar
gençlik günlerimizi hatırladım birden
odamda boğulan adamın son dileği
teras gülünün damdaki kediye aşkı
kimse bizden cesur değilken tutulmuştum sana
gençliğime gün biçen cansuyumdan içen
bedel olması umuduyla beslediğim
vahşi hayvan misali gönlümde
dokunduğumda yarına dair yalanlarına
iz bırakmayan bir elveda gibi resmin yer aldı duvarımda
solumayı öğrenen ölü asaletiyle
geceler kurban almaya devam ediyor şimdi
Kasım 1996 - Haziran 2004
25 Kasım 2006 Cumartesi
İddialı ama aciz...
Bir şeyi seviyormuş gibi görünmek ve durumu idare etmek, gerçekten sevdiğini açıkça söylemenin yerini aldığından beri, mutsuzluktan gebermemek için kendini ve başkalarını kandırabildiğine inanan milyonlarca insanın içine düştüğü genel ruh hali...
"Yangında ilk yakılacak şey, beğenilme arzusudur" cümlesini söyleyemediği, taşın altına elini sokma cesareti gösteremediği için, hep başkalarının yaptıkları üzerine ileri geri yorumlar üreten kifayetsiz kişilik hali...
23 Kasım 2006 Perşembe
Akıllı Kadın...
"Akıllı kadın dostlar daha zor bulunuyor. Akıllı kadınların çoğu saldırgan ve kılçıklı nedense. Güzel başlayan, içtenlikle sürdürülen ilişkilerde yaya bırakıveriyorlar sizi. Erkeklerle daha kolay dostluk kurmam bu yüzden sanırım. Geldiğimiz ayrı dünyaların sınırında, kısa bir süre için bile olsa ortaklaşa bir dünya kurabiliyoruz."
- Tomris Uyar - Gündökümü, 1975...
21 Kasım 2006 Salı
Anlayamadıkların hakkında efsaneler yarat!..
"Alphaville" isimli film üzerine Godard şöyle buyurmuş: "Kimi zaman gerçeklik, sözel iletişime elvermeyecek kadar karmaşıktır. Ama o gerçekliğin etrafında bir efsane yaratırsan ve ağızdan ağıza dolaşmasını sağlarsan, başlangıçtaki karmaşık durumun çok sayıda insan tarafından anlaşılmasının da yolu açılmış olur"...
20 Kasım 2006 Pazartesi
Ateş Burçları...
Birinci ateş burcu olan Koç, savaş tanrısı Mars tarafından yönetilir... Şiddetli tepkiler vermeye hazır, fazla enerjik, yayılmaya meraklı, kontrol edilmesi zor ve yıkıcı nitelikleriyle, tıpkı ateş gibidir Koç burcu... Efendisi Mars ise, bireyin bilincinin ve onu diğer insanlardan ayıran özgün doğasının sembolüdür...
Aslan ise, daha kontrollü, somut bir hedefe daha fazla kanalize olmuş, düzenli bir parlaklık seviyesiyesine sahip ve yanına yaklaşanları yakmaya değil ısıtmaya eğilimli bir ateşe benzer... Gurur, haysiyet ve hayatta kalma gücüyle dikkat çeken Aslan burcu, Koç'un biraz daha uysal halidir...
Hata yapma riskini göze almadan hedefi vurmayı önemseyen Yay burcu ise, Koç ve Aslan’ın özelliklerine sahiptir yine, ama daha rafine edilmiş ve biraz "evcilleştirilmiş" bir haliyle... Koç ve Aslan’ın güçlü egosantrik enerjileri, Yay söz konusu olduğunda daha ruhani ya da ilahi boyutlarda kendini belli eder...
18 Kasım 2006 Cumartesi
Taşralı ve Şehirli Arasındaki Farklar...
1) Bir şehirli, ilk kez ziyaret ettiği başka bir şehirde insanlardan önce binalarla ilişki kurmaya bakar. Orada yaşayanların ortak geçmişlerini, ortak değerlerini bir bakışta ele verir çünkü binalar...
Bir taşralı ise, geldiği şehrin ne gibi değerler üzerinde yükseldiğini düşünmediğinden, binaları, mimariyi görmez bile. Yalnızca gününü kurtarmak kaygısıyla, sokaktan geçenleri önyargıyla ve sinsice seyreder. Yanaşabileceği bir liman (hemşeri) arar kendine...
2) Hayatınızda ilk kez gittiğiniz bir köyün sokaklarında on beş dakika dolaşın, birazdan tüm köy halkı sizin hakkınızda dedikodu yapmaya başlar...
Ama hayatınızda ilk kez gittiğiniz bir şehrin sokaklarında on beş dakika dolaşın, hiç kimse sizi umursamaz bile...
Bir taşralı ise, geldiği şehrin ne gibi değerler üzerinde yükseldiğini düşünmediğinden, binaları, mimariyi görmez bile. Yalnızca gününü kurtarmak kaygısıyla, sokaktan geçenleri önyargıyla ve sinsice seyreder. Yanaşabileceği bir liman (hemşeri) arar kendine...
2) Hayatınızda ilk kez gittiğiniz bir köyün sokaklarında on beş dakika dolaşın, birazdan tüm köy halkı sizin hakkınızda dedikodu yapmaya başlar...
Ama hayatınızda ilk kez gittiğiniz bir şehrin sokaklarında on beş dakika dolaşın, hiç kimse sizi umursamaz bile...
TV ve İnternet Arasındaki Fark...
Bir toplulukla müdahaleye açık ve kişisel bağlantı halinde olduğumuzu hissettiren internet, eğlenirken keşfetmeye çalıştığımız uçsuz bucaksız bir sahada hem avcı hem de av olma haline benziyor...
Başı sonu iyi kötü belirli bir toplulukla eşzamanlı olarak aynı şeyi “seyretme ve duyma” deneyimini yaşadığımıza dair bir inanç hissettiren TV ise, bir kalabalığın içinde pasif ama güvende olma halini çağrıştırıyor...
İnteraktif olsun ya da olmasın, bu halleri sürdürmek, yani bu “biçimde” davranmak, duyularımızın uzantısı (The Extensions of Man) olan bu her iki mecrada da içeriğin yerini alıyor: “The medium is the message” bir kez daha yüzümüze bilmişçe gülümsüyor...
Başı sonu iyi kötü belirli bir toplulukla eşzamanlı olarak aynı şeyi “seyretme ve duyma” deneyimini yaşadığımıza dair bir inanç hissettiren TV ise, bir kalabalığın içinde pasif ama güvende olma halini çağrıştırıyor...
İnteraktif olsun ya da olmasın, bu halleri sürdürmek, yani bu “biçimde” davranmak, duyularımızın uzantısı (The Extensions of Man) olan bu her iki mecrada da içeriğin yerini alıyor: “The medium is the message” bir kez daha yüzümüze bilmişçe gülümsüyor...
Sessiz Şiddet ve Dayanışma İlişkisi...
Bir gruba gaz vererek, aralarında sürekli ve heyecanlı bir aidiyet çerçevesi tanımlamanın en kolay yollarından biri de, onlara kolayca alt edebilecekleri bir düşman göstermektir...
İşte bu nedenle, ister çalışırken olsun ister eğlenirken, "bizim gibi davran(a)mayanları ve bizim gibi ol(a)mayanları” önce dışlamakla başlayıp sonra da onlardan nefret etmeye kadar uzanabilen hikayeler, sık sık vizyona giriyor gündelik hayatta...
Kaçınılmaz rekabetlerden her yorgun düştüğünde, önce ruhunu sonra da vücudunu dinlendirmek ve "yoksunluklarına" çözüm bulmak isteyen her insan, "tanıdık ve risksiz" olduğuna inandığı aidiyet duraklarına sığınır haliyle: Ama ağır eşitsizliklerin sürdürülmesi üzerine kurulu bir düzenin sarp duvarlarına çarparak yaşayan bizler, bu kez kendi aramızda bir tür "yatay şiddet ve yapay seleksiyon" mekanizmasını işletmeye başlarız: Gündelik hayatımızın önemli bir bölümünde, kendi meşrebimizce, gücümüzün yettiğine ayrımcılık uygularız!..
Oysa gündelik hayat içerisinde birisinden bizim gibi davranmasını beklemek ya da "kendisini" bizim dilimize tercüme etmesini istemek, "fiziksel olmayan, sessiz şiddet"in ve hoyratlığın dikalasıdır.
Bazı ortak hoyratlıklar davranışlarla değil, sessiz tercihlerle sergilenir ki, sonradan ağızdan ağıza dolaşıp ortak bilinçaltında birikerek önyargıları oluştururlar... Neredeyse organize hale gelmiş, yazılı olmayan yasalar gibi olağan kabul edilmiş bir bakış açısı var:
Böylesine "sessiz şiddet"leri umursamazlık ve göstermelik şikayetler yoluyla geçiştirerek, aslında doğal karşılamak.
Tamam, sistem, doğası gereği, adaletsizlikler ve eşitsizlikler yaratmak zorunda, ama gündelik ilişkiler de bu kadar hoyratça yaşanmak zorunda değil...
"Toplumca onayladığımız şiddet türleri"ni sıralamaktan daha önemlisi, "tanımayı" reddettiğimiz insanlara / gruplara sessizce hayatı dar etme alışkanlığımızı masaya yatırmak galiba...
Karşındakinin haklarını tanımamakta ve kayıtsızlıkta ısrar etmek, zamanı gelince şiddete zemin hazırlayacak bir yolu "bizim çocuklara" olağan ve meşru gösterebilmeye yarıyor çünkü...
Şiddetten uzak durmaktan değil, ona karşı mücadele etmekten bahsediyorsak eğer, "mevcut egemenlik ilişkilerinin tekrarlanmasına bir de ben hizmet etmek istemiyorum" demek, iyi bir başlangıç noktası olabilir mesela...
"Bizim gibi olanlarla paylaştığımız dayanışma sığınaklarını fazla önemsemek" ve "sistemin dayattığı eşitsizlikler karşısında kendimizi fazla değersiz bulmak" arasında gidip gelen çelişkili ruh halleri içerisinde yaşıyoruz, ama bir yandan da, aidiyet çerçevemiz dışındakileri, kendi yoksunluklarını yüksek sesle dile getirdikleri için hoyratça yargılıyoruz... Bize benzemeyenleri, bizim gibi düşün(e)meyenleri linç etmeye hazır bekliyoruz:
Dışlanmışlık ve yoksunluk duygusunun yarattığı sıkıntıya karşı kendi meşrebimizce adalet inşa etmek çabası, yatay şiddetin temel sebeplerinden birisi, şehir kovboylarının da biricik eğlencesi...
Muhabbet etmekle linç etmek, birinden diğerine atlaması çok kolay teğet düzlemlerde yaşanıyor bu ülkede: Etkileşim ve eğlence, rahatça şiddet doğurmaya evrilebiliyor...
Kim bilir, belki de kendimizle ilgili ısrar ettiğimiz bir şey yanlış... Ve her türlü kör ısrar, yine kolayca "fiziksel olmayan şiddet"e dönüşebiliyor...
İşte bu nedenle, ister çalışırken olsun ister eğlenirken, "bizim gibi davran(a)mayanları ve bizim gibi ol(a)mayanları” önce dışlamakla başlayıp sonra da onlardan nefret etmeye kadar uzanabilen hikayeler, sık sık vizyona giriyor gündelik hayatta...
Kaçınılmaz rekabetlerden her yorgun düştüğünde, önce ruhunu sonra da vücudunu dinlendirmek ve "yoksunluklarına" çözüm bulmak isteyen her insan, "tanıdık ve risksiz" olduğuna inandığı aidiyet duraklarına sığınır haliyle: Ama ağır eşitsizliklerin sürdürülmesi üzerine kurulu bir düzenin sarp duvarlarına çarparak yaşayan bizler, bu kez kendi aramızda bir tür "yatay şiddet ve yapay seleksiyon" mekanizmasını işletmeye başlarız: Gündelik hayatımızın önemli bir bölümünde, kendi meşrebimizce, gücümüzün yettiğine ayrımcılık uygularız!..
Oysa gündelik hayat içerisinde birisinden bizim gibi davranmasını beklemek ya da "kendisini" bizim dilimize tercüme etmesini istemek, "fiziksel olmayan, sessiz şiddet"in ve hoyratlığın dikalasıdır.
Bazı ortak hoyratlıklar davranışlarla değil, sessiz tercihlerle sergilenir ki, sonradan ağızdan ağıza dolaşıp ortak bilinçaltında birikerek önyargıları oluştururlar... Neredeyse organize hale gelmiş, yazılı olmayan yasalar gibi olağan kabul edilmiş bir bakış açısı var:
Böylesine "sessiz şiddet"leri umursamazlık ve göstermelik şikayetler yoluyla geçiştirerek, aslında doğal karşılamak.
Tamam, sistem, doğası gereği, adaletsizlikler ve eşitsizlikler yaratmak zorunda, ama gündelik ilişkiler de bu kadar hoyratça yaşanmak zorunda değil...
"Toplumca onayladığımız şiddet türleri"ni sıralamaktan daha önemlisi, "tanımayı" reddettiğimiz insanlara / gruplara sessizce hayatı dar etme alışkanlığımızı masaya yatırmak galiba...
Karşındakinin haklarını tanımamakta ve kayıtsızlıkta ısrar etmek, zamanı gelince şiddete zemin hazırlayacak bir yolu "bizim çocuklara" olağan ve meşru gösterebilmeye yarıyor çünkü...
Şiddetten uzak durmaktan değil, ona karşı mücadele etmekten bahsediyorsak eğer, "mevcut egemenlik ilişkilerinin tekrarlanmasına bir de ben hizmet etmek istemiyorum" demek, iyi bir başlangıç noktası olabilir mesela...
"Bizim gibi olanlarla paylaştığımız dayanışma sığınaklarını fazla önemsemek" ve "sistemin dayattığı eşitsizlikler karşısında kendimizi fazla değersiz bulmak" arasında gidip gelen çelişkili ruh halleri içerisinde yaşıyoruz, ama bir yandan da, aidiyet çerçevemiz dışındakileri, kendi yoksunluklarını yüksek sesle dile getirdikleri için hoyratça yargılıyoruz... Bize benzemeyenleri, bizim gibi düşün(e)meyenleri linç etmeye hazır bekliyoruz:
Dışlanmışlık ve yoksunluk duygusunun yarattığı sıkıntıya karşı kendi meşrebimizce adalet inşa etmek çabası, yatay şiddetin temel sebeplerinden birisi, şehir kovboylarının da biricik eğlencesi...
Muhabbet etmekle linç etmek, birinden diğerine atlaması çok kolay teğet düzlemlerde yaşanıyor bu ülkede: Etkileşim ve eğlence, rahatça şiddet doğurmaya evrilebiliyor...
Kim bilir, belki de kendimizle ilgili ısrar ettiğimiz bir şey yanlış... Ve her türlü kör ısrar, yine kolayca "fiziksel olmayan şiddet"e dönüşebiliyor...
16 Kasım 2006 Perşembe
Tasarım Kültürü ve "Mesafeli Tutku"...
“Bu ülkede tasarım kültürü yok” diyen tasarımcıları anlayamıyorum... Ayaklarını yere sağlam basarak üzerinde yükseleceği zeminler yeni yeni olgunlaştığı için, yavaştan ve derinden de olsa, tasarım kültürü bu ülkede de gelişmekte olan bir şey...
Belki de, bir tasarıma müşteri yaratmak nereye kadar tasarımcının ödevidir, önce bunu düşünmekte ve bir yaratıcı fikrin sanattan sanayiye transfer olma aşamalarına bakmakta fayda var...
Tasarım kültürünün üzerinde yükseleceği zeminlerden ilk akla geleni, “endüstrileşme bilinci” galiba... Çünkü “bakınca ilginç gelen” bir obje ya da hizmeti üç beş tane zenginin birbirine hava attığı bir nesne olmaktan çıkarıp piyasada dolaşıma sokarak, binlerce insan tarafından satın alınabilir “arzu nesneleri” hale getirmek için, en azından, seri üretim - dağıtım - pazarlama üçgenine sermaye koyacak birileri gerekiyor öncelikle...
Bir sanat yapıtının bir “ürün”e dönüşmesi meselesine cidden kafa yormak isteyenlere, Walter Benjamin’in bundan yetmiş küsur yıl önce yazdığı “Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebilirlik Çağında Sanat Yapıtı” makalesiyle işe başlamalarını öneriyorum: Onun “algılama biçimlerinin değişmesi” üzerine anlattıklarını, örneğin yıllar sonra, piyasanın dayatmasına refleks olarak bir ahlaki sorumluluk bilinci geliştirmek isteyen tasarımcıların “First Things First 1964 - 2000” manifestolarıyla karşılaştırarak yeniden düşünelim...
Bence, yaşam kalitesi ve tasarım kültürü arasındaki “karşılıklı istek yaratma ve birbirini yok etme ilişkisi”, biraz “huzur ve entropi ilişkisi”ne benziyor galiba: Her şeyden önce, mesafeli tutkulara sahip olmayı gerektiriyor...
Gündelik Hayat ve Ritmleri...
The Critique of Everyday Life...
"Günümüz toplumunda insanlar kendi hayatlarına ilişkin programlanmış bir öz-düzenlemeye uymak zorunda. Daha iyi yaşama, daha sağlıklı beslenme, modaya uygun giyinme, evlerini dekore etme -kısacası var olma- yolları konusunda kendilerine sürekli ve ayrıntılı bir şekilde yol gösteriliyor.
Bunun bir anlamı da şu: Günlük hayat tamamen manipüle edilmiş durumda:
Gündelik (the everyday), yalnızca bir üretim tarzı değil, aynı zamanda toplumu yönetmenin de bir tarzı. Her iki durumda da, tekrarlamalı olanın, zaman içindeki tekrarın hâkimiyetine işaret eder. Tekrarlamalı olanın hâkimiyeti de bir hayat biçimidir. Bir sömürü ve tahakküm zeminidir. Ama aynı zamanda, insanların dünyasıyla kurulan bir ilişkidir."
14 Kasım 2006 Salı
Kedo...
Akıllara ziyan bir çizgiroman... Devam mevamı yok, sadece bir tek kitap... Altbaşlığı, "İstanbul'a Bir Masal ya da Anonim Roman"... Konusu, Çizmeli Kedi insana dönüşürse ve 1930'lu yılların İstanbulu'nda esrarengiz bir olayı çözmeye çalışırken, pavyonda çalışan bir kadına aşık olursa, diye başlıyor... Yazan çizen Şekip Davaz diye bir usta...
Namus bekçileri...
Tetiği çeken hemen her zaman erkeklerdir tabii, ama öldürme kararının alındığı aile meclisi toplantılarına sadece erkekler değil anne, hala, elti, yenge gibi kadınlar da katılırlar. Yani "töre ve namus cinayetleri"nde ailenin diğer kadınlarının da "dolaylı olarak" sorumluluğu vardır...
Çoğu durumda, "kol kırılır yen içinde kalır" atasözü gereğince, cinayetin örtbas edilmesi için, kaza ya da intihar süsü verilip komşulara bu biçimde anlatılması için bir "gizlilik anlaşması" da yapılır bu toplantılarda...
"Namusumuzu temizlemeliyiz" inanışı, aslında komşuların diline düşmemek, dedikodulara ve alaylı laf sokuşturmalara karşı güvence kazanmak uğruna, "aileden olmayanları" susturacak bir diyet ödemek saplantısından ibarettir...
Töre, insanlara "aykırı hareket" şansı tanımayan bir "mesafesiz iletişim ve ikiyüzlü huzur" yasasıdır:
Mesela şehirde, yan dairedeki birisinin özel hayatına ilişkin dedikodular ayyuka çıksa bile, hiçbir "gönüllü ahlak dedektifi" kapıyı çalıp da komşusuna hesap sormayı aklına getirmez, alacağı cevap "Sana ne?" olacaktır haliyle... "Mesafeli iletişim"in şehirli hali, kendilerine "namus bekçiliği"ni yakıştıranları, bu meraklarını "gönüllü yerel magazin muhabiri" şeklinde icra etmeye yönlendirir: Kıyasıya dedikodusunu yaptığınız komşunuzla ilişkinizin huzur içinde devam etmesi, aranızdaki iletişimin "mesafeli" ve ikiyüzlü olmasıyla sağlanır...
Oysa iletişimin kırsal bölgedeki "mesafesiz" hali, her gün yüz yüze yaşayan insanların birbirlerine "Sana ne?" demesini engellediğinden, aslolan cemaat içi ilişkilerdeki ortalama "yaşanmamışlık ve yoksunluk" seviyesinin korunmasıdır: Aile meclisini toplanmaya yönelten şey biraz da, başkalarının bilmiş-meraklı bakışları ve doyurulmayı bekleyen kıskançlıklarından yansıyan ağırlıktır...
Kapalı cemaatleri birarada tutan ikiyüzlülük ağacının kökleri, "seçilmiş" kurbanların kanının kuytu köşelerde toprağa akıtılmasını sessizce seyrederek beslenir...
Kırk yaşından sonra delirmek...
O yaşına kadar pek fazla kayda değer delilik emaresi göstermedinse eğer, bundan sonrası için de küçük bir ihtimaldir bu... Adam olacak deli gençliğinden bellidir, delilik bir "karşılıksız merak" meselesidir çünkü...
Öte yandan, normal gündelik hayatımızda delilerle en çok karşılaştığımız yerin karikatürler olması da bir rastlantı değil. Çünkü olgunlaşmak ya da iyice abartıp kırk yaşında ak sakallı deli dede olmak demek, "sense of humor" denilen şeyin, yani başta kendin olmak üzere her şeyle dalga geçebilmek yeteneğinin gündelik hayata yedirilmesi demek zaten... Bizim kuşağın "abi" dediği en akıllılardan Terry Eagleton'ın "İnsan ölümlü olduğu için ironik olmak zorunda" demesi boşuna değil...
Gülmek ve gülünç olmak, her ikisi de bir kırılma noktasıysa ve mesela espri uğruna o anda "biz"den olmayan birilerini harcamak, birilerinin salaklığını tescillemek ne kadar mümkünse, deli karikatürlerinde konu mankeni olmayı bir tür "umursamazlık deklarasyonu" olarak algılayıp deliliğe devam etmek de o kadar mümkün galiba...
Bazı gerçekler sadece delilerden öğrenilir, başka kimse rahat yerinden kalkıp da söylemeye tenezzül etmez...
Aslolan, genç yaştayken de gerçekleri sıkıcı olmadan anlatabilmek, normal gündelik hayatta kırılma noktaları yaratabilmektir: Adam olacak deli, gençliğinden bellidir...
13 Kasım 2006 Pazartesi
Tek tekçi meyhaneleri...
Kimilerinin "koltuk meyhanesi" diye de bildiği ve sayıları hızla azalan alkol yükleme istasyonlarıydı "tek tekçi meyhaneleri": Oturma teşkilatının pek olmadığı, birahane tezgahı gibi şeylere dirseğini (koltuğunu) yaslayıp ayakta takılarak, bir iki tek atıp işine gücüne geri döndüğün yerlerdi...
Şimdilerde Galatasaray'da Pano Şarapevi denilen yer mesela, 1994 Temmuzu'nda kapanmadan önce, yine Pano adıyla bilinen böyle bir meyhaneydi... İçeri girdiğinde, eski bir gazetenin yarım sayfasını yırtarak, bir su bardağıyla birlikte önüne koyarlar, böylece sana "servis açmış" olurlardı...
En çarpıcı özellikleri 24 saat açık olmalarıydı. Sabahın altı buçuğu gibi absürd bir saatte açık tekel bayisi aramak gibi ihtiyaçlara karşı bire bir ilaç mekanlardı...
Müşterilerinin çoğu erkekti tabii, ama tek tük de olsa 40 - 50 yaş üzeri kadınlara da rastlanırdı... Mesela Pano'daki müdavim bir teyze, "Evladım, biliyor musun, ben falanca şairin / filanca yönetmenin eski sevgilisiyim" diyerek sana her gün başka bir hikaye anlatır, bu muhabbetin karşılığında da kendisine bir içki ısmarlamanı beklerdi...
Bir de Tünel'den aşağı inen Yüksekkaldırım'da, hem de caminin karşısında, öyle bir yer vardı ki, "Özgün Mekan Tasarım Nobeli" gibi bir ödülü hak ederdi kesinlikle: İlk bakışta, marangozların ve pulcuların arasına sıkışmış sıradan küçük bir dükkan gibi görünürdü... Camında "fotokopi çekilir" yazan bir levha asılıydı (içeride gerçekten de bir fotokopi makinesi vardı). Ama dükkanın vitrin tezgahında bir tepsi içinde taze hamsi dururdu (en son 1999'da gittiğimde, camidekiler koku yüzünden izin vermediği için, hamsi tava yerini çiğ köfteli dürüme bırakmıştı gerçi)...
Eğer dükkanın sahibiyle muhabbetin varsa, on metrekarelik bu ön bölmeyi geçip, kilimden bir perdeyle gizlenmiş arka bölmeye geçtiğinde ise, duvara asılmış bir John Wayne posteriyle hemen yanında ceylan resimli başka bir kilim ve yerde küçük plastik beyaz tabureler karşılardı seni...
Akşamları siyahlar giymiş yaşlı rum kadınları gelir, tek hoparlörlü bir kasetçalardan Müzeyyen Senar dinleyip çay bardağıyla rakı içerek şarkı söylerlerdi...
Tabii ki Küçükparmakkapı Sokak'taki Aspava'yı da anmak gerekiyor... Genelde arızalı işsizlerin, geveze emeklilerin ve bira düşkünü çapulcu kabadayı adaylarının takıldığı bu mekanda, sabahın kör bir saatinde bol soğanlı köfte, acılı patates salatası ve bir küçük rakıyı, iki paket Camel parasına içmek mümkündü bundan sekiz dokuz yıl önce... Akşamları Vahan Amca uğrardı mutlaka; duble rakı, şişe bira ve kavundan oluşan fiks mönüsüne davet ederdi her tanıdığını...
Bilerek seçilmiş bir yalnızlığın hem taşıyıcısı hem de sebebi olan alkol yeterince yüklendiğinde, herkes istasyondan ayrılır, evine doğru yalpalayarak süzülürdü... Kimileri de ev yolunda yürürken pusudaki gaspçı çakallara kurban olurdu...
Sözcüklerin eşyalaşması...
Wittgenstein'ın birinci dönem felsefesine göre, dil gerçekliğin resmidir, anlam ise bu resmin kendisidir. Ama Tractacus’dan sonraki ikinci dönem düşüncesinde en temel değişme, dili kavrayışında ve bu çerçevede "anlam"ı anlayışında olur...
İkinci dönemi başlatan ise “Felsefe Araştırmaları” isimli kitabıdır. Wittgenstein artık “Sözcüğün anlamı, onun kullanımı tarafından belirlenir” demektedir; günlük dili esas alarak "dil oyunu”, "uzlaşmalar" ve “yaşam tarzları”gibi kavramları öne çıkartır. Artık dil ile gerçeklik arasında bir uyum aramaz; tersine böyle bir şeyi metafizik olarak niteler.
Wittgenstein, adın taşıyıcısı nesne ile adın gösterdiği resim arasında kesin bir ayrım yapar: Adın taşıyıcısı yok olabilir, ama ad bir şey gösterme özelliğini yitirmez. Örneğin Sokrates öldüğünde "Sokrates" adı gösterimsiz, anlamsız bir sözcük olmaz. “Sözün gösterimini ve anlamını onun kullanımında aramalıdır" der... Böylece, “bir sözü anlamak" da "onun nasıl kullanıldığını bilmek, onu uygulayabilmek" haline gelir: Bunun anlamı da sözü “oyunun kurallarına” göre kullanabilmektir...
Cümlenin kendisi bir alet olarak, kullanılan bir şey olarak görülür; anlamı da onun gördüğü iştir, yani kullanımıdır... Sözcüklere “kullanım değeri” ve mesaj değeri” açısından bakıldığında ise, kullanım, mesajın kendisi haline gelir ve sözcük eşyalaşır!
"İşaret", "söz", "cümle" diye adlandırdığımız bu “dil oyuncaklarının” sayısız kullanım türleri olduğundan, bir "anlam"ı kavramak, onunla ilgili kullanım tekniklerine hakim olmak demektir.
Bir cümleyi anlamak, bazen onu bir el kol hareketine çevirmekle olur. Bildik mimiklerden süzülmüş yeni bir dil yaratmak yolunda, bazen de bir el kol hareketi bir cümleye aktarılır: "Çince cümleleri nasıl anlamıyorsak, çinlilerin el kol hareketlerini de öyle anlamayız", çünkü bu el kol hareketleri de, tıpkı sözler gibi uzlaşıma dayalı hareketlerdir ve bir anlamları vardır. Biz o uzlaşımı bilmediğimiz için -tıpkı Çince'yi bilmediğimiz gibi- hareketleri anlamayız, kendimiz kullanamayız...
Yaşama biçimleri uzlaşmalara dayanır ve "dil oyunları" ile dile gelir. Uzlaşımı bilmeyen, bu "oyun"a katılamaz. Belirli bir dilde bulunan dil oyunları, bu oyunu oynayanların, bu dili konuşanların, oyun içindeki özgün yaşam biçimlerini gösterir. Modern bir dildeki “dil oyunları”, onun yapıtaşları değil, her biri kendi içinde kapalı ilkel dillerdir.
Wittgenstein'a göre, "Dil, yolların bir labirentidir. Bir yönden gelirsin ve kendini tastamam bilirsin; aynı yere doğru başka bir yönden gelirsin ve yolunu şaşırırsın"...
Belki de işte bu yüzden, herkes anlayabildiği ve anlatabildiği kadar yaşar...:)
İkinci dönemi başlatan ise “Felsefe Araştırmaları” isimli kitabıdır. Wittgenstein artık “Sözcüğün anlamı, onun kullanımı tarafından belirlenir” demektedir; günlük dili esas alarak "dil oyunu”, "uzlaşmalar" ve “yaşam tarzları”gibi kavramları öne çıkartır. Artık dil ile gerçeklik arasında bir uyum aramaz; tersine böyle bir şeyi metafizik olarak niteler.
Wittgenstein, adın taşıyıcısı nesne ile adın gösterdiği resim arasında kesin bir ayrım yapar: Adın taşıyıcısı yok olabilir, ama ad bir şey gösterme özelliğini yitirmez. Örneğin Sokrates öldüğünde "Sokrates" adı gösterimsiz, anlamsız bir sözcük olmaz. “Sözün gösterimini ve anlamını onun kullanımında aramalıdır" der... Böylece, “bir sözü anlamak" da "onun nasıl kullanıldığını bilmek, onu uygulayabilmek" haline gelir: Bunun anlamı da sözü “oyunun kurallarına” göre kullanabilmektir...
Cümlenin kendisi bir alet olarak, kullanılan bir şey olarak görülür; anlamı da onun gördüğü iştir, yani kullanımıdır... Sözcüklere “kullanım değeri” ve mesaj değeri” açısından bakıldığında ise, kullanım, mesajın kendisi haline gelir ve sözcük eşyalaşır!
"İşaret", "söz", "cümle" diye adlandırdığımız bu “dil oyuncaklarının” sayısız kullanım türleri olduğundan, bir "anlam"ı kavramak, onunla ilgili kullanım tekniklerine hakim olmak demektir.
Bir cümleyi anlamak, bazen onu bir el kol hareketine çevirmekle olur. Bildik mimiklerden süzülmüş yeni bir dil yaratmak yolunda, bazen de bir el kol hareketi bir cümleye aktarılır: "Çince cümleleri nasıl anlamıyorsak, çinlilerin el kol hareketlerini de öyle anlamayız", çünkü bu el kol hareketleri de, tıpkı sözler gibi uzlaşıma dayalı hareketlerdir ve bir anlamları vardır. Biz o uzlaşımı bilmediğimiz için -tıpkı Çince'yi bilmediğimiz gibi- hareketleri anlamayız, kendimiz kullanamayız...
Yaşama biçimleri uzlaşmalara dayanır ve "dil oyunları" ile dile gelir. Uzlaşımı bilmeyen, bu "oyun"a katılamaz. Belirli bir dilde bulunan dil oyunları, bu oyunu oynayanların, bu dili konuşanların, oyun içindeki özgün yaşam biçimlerini gösterir. Modern bir dildeki “dil oyunları”, onun yapıtaşları değil, her biri kendi içinde kapalı ilkel dillerdir.
Wittgenstein'a göre, "Dil, yolların bir labirentidir. Bir yönden gelirsin ve kendini tastamam bilirsin; aynı yere doğru başka bir yönden gelirsin ve yolunu şaşırırsın"...
Belki de işte bu yüzden, herkes anlayabildiği ve anlatabildiği kadar yaşar...:)
Hepimizin gizli mesleği...
Yoksulluktan yırtmak umudu, medyanın en acımasızca pazarladığı şeylerden birisi, tamam... Ama başkalarının felaketini güvenli bir mesafeden seyretmek de, hemen hepimizin gizli mesleği...
Kendimize yakın bulduğumuz, hayatımızda karşılığı olan trajedileri, bize zarar vermeyecek bir mesafeden dinleyip, "şükür ki ben böyle değilim" diyerek eğlenmeye bayıldığımız için, medyanın da bunu allayıp pullayıp bize geri satmaması için hiçbir sebep yok...
"Yavaşlatılmış bir ölümü gündelik hayatına yedirerek" ayakta durmaya çalışan, sanki özellikle basiretsiz olsun diye yetiştirilmiş, "gizli mutsuz" bir adam:
Türkiye'deki milyonlarca "kutsal aile" kurbanından birisi, belki de farkında bile olmadan, yalnızlığını ve iletişimsizliğini tahammül edilebilir hale getirmek umuduyla alkole sarıldı, can havliyle oynamaya başladı kendi kendine... Belki de sadece, talihsizliklerinin ciddiye alınmasını istiyordu, kim bilir...
Dediğim gibi, başkalarının felaketini güvenli bir mesafeden seyretmek, hemen hepimizin gizli mesleği...
Werther...
Kırılma noktası ve yol haritası...
1998 yılında Bilgi Üniversitesi'nde parttime (yarım porsiyon) öğretim üyeliği yaparken yaşadığım kırılma noktası ve ardından bugüne kadar gelen yol haritasının ayrıntıları, aşağı yukarı şöyleydi:
Modern Toplumda Yaşam Tarzları ve Trendler
(Kültürel İncelemelere Giriş İçin Temel Bir Yaklaşım)
• Türkiye’de 80’ler Ve 90’lardaki Büyük Değişime “Sembolik” Bir Bakış
(Nurdan Gürbilek’in “Vitrinde Yaşamak” Yaklaşımıyla):
Bastırılmış Olanın İçerik Değiştirerek Geri Dönüşü ve Özel Hayatı Olmayanlar
• Gençlik Ve Altkültürleri (İngiltere – Amerika)
(Birmingham Okulu’ndan Dick Hebdige’in Yaklaşımıyla)
• Amerika’nın Farklı Bir Fotoğrafı: Allen Ginsberg’in “Amerika” Şiirinin Analizi
• Türkiye’nin Farklı Bir Fotoğrafı: Küçük İskender’in “Türkiye” Şiirinin Analizi
• Dolaylı İletişim: İkonlar, Semboller, Şehir Efsaneleri Ve Memetics
• Yollarda Yaşamak Ve Bir Mutluluk Modeli Olarak Beatnikler Ve Zen: Beat Kuşağı Ve Zen Düşüncesinin Batılılara Vaatleri
• Hayatı Anlamlandırma Arayışında Siyasetten Bireyselliğe Geçişte Algılama, Gerçeklik Ve Bilgi Üretim Süreci
• Nihilist Estetik Ve Punk Kültürü
• Hedonistler, Omurgasızlar: Yasa, Ahlak Ve Erdem Tanımayanlar, Yavaşlatılmış Ölümü Gündelik Hayata Yedirerek Yaşayanlar
• Marcuse’den Generation X’e: Üretim İlişkilerinde Yer Almayı Reddedenler.
• Bir Dünya Görüşü Olarak Köylülüğün Can Çekişmesi
• İflah Olmaz Romantikler Ve “Yakalanmayan Suçlu” Eğilimleri
• Dördüncü Dünya: Evsiz İnsanlar Ve Yeni “Aylak Adamlar”: Yusuf Atılgan – Walter Benjamin Karşılaştırması, Gönüllü Sürgün Ve Ritüellerle Yaşamak
• Gelenekler Çözülürken: Aile İçi Dayanışma Ve Rehavet İlişkisi
• Homo Demens ve Aydınlanma Yolu:
“Sağduyulu” Düşüncenin Sınırlarını Aşmak
• Dolaylı Bir İletişim: Yaşam Tarzı Ve Eşyaların Mesaj Değeri (Roland Barthes)
• Görme Biçimleri ve Yanılsama İlişkisi
• İnsanın Nesneye Dönüşmesi
• İşaretlerin İdeolojisi Ve Sağduyu
• Hayatı Anlamlandırma Yolları
• Eğlence İncelemeleri, Oyun ve Şiddet İlişkisi, Homo Ludens
• Ruhun Gıdası Olarak Tüketim Ve “Adlandırma” Kültürü
• Ekrandaki Kültür Ve Medyanın İnandırıcılığı
• Kendi Şehrinde Turist Olmak
• Kişinin Kendisi ile Kamuya Dönük Yüzü Arasındaki Rol İkilemi
• Dilin Nedenselliğini Yitirmesi Ve “Geyik Muhabbeti”
• Gündelik Hayatın Ritmi ve Kenti Yaşamak
• Kimlik, Bellek, Beden, Cinsiyet ve Mekan
... :)
Modern Toplumda Yaşam Tarzları ve Trendler
(Kültürel İncelemelere Giriş İçin Temel Bir Yaklaşım)
• Türkiye’de 80’ler Ve 90’lardaki Büyük Değişime “Sembolik” Bir Bakış
(Nurdan Gürbilek’in “Vitrinde Yaşamak” Yaklaşımıyla):
Bastırılmış Olanın İçerik Değiştirerek Geri Dönüşü ve Özel Hayatı Olmayanlar
• Gençlik Ve Altkültürleri (İngiltere – Amerika)
(Birmingham Okulu’ndan Dick Hebdige’in Yaklaşımıyla)
• Amerika’nın Farklı Bir Fotoğrafı: Allen Ginsberg’in “Amerika” Şiirinin Analizi
• Türkiye’nin Farklı Bir Fotoğrafı: Küçük İskender’in “Türkiye” Şiirinin Analizi
• Dolaylı İletişim: İkonlar, Semboller, Şehir Efsaneleri Ve Memetics
• Yollarda Yaşamak Ve Bir Mutluluk Modeli Olarak Beatnikler Ve Zen: Beat Kuşağı Ve Zen Düşüncesinin Batılılara Vaatleri
• Hayatı Anlamlandırma Arayışında Siyasetten Bireyselliğe Geçişte Algılama, Gerçeklik Ve Bilgi Üretim Süreci
• Nihilist Estetik Ve Punk Kültürü
• Hedonistler, Omurgasızlar: Yasa, Ahlak Ve Erdem Tanımayanlar, Yavaşlatılmış Ölümü Gündelik Hayata Yedirerek Yaşayanlar
• Marcuse’den Generation X’e: Üretim İlişkilerinde Yer Almayı Reddedenler.
• Bir Dünya Görüşü Olarak Köylülüğün Can Çekişmesi
• İflah Olmaz Romantikler Ve “Yakalanmayan Suçlu” Eğilimleri
• Dördüncü Dünya: Evsiz İnsanlar Ve Yeni “Aylak Adamlar”: Yusuf Atılgan – Walter Benjamin Karşılaştırması, Gönüllü Sürgün Ve Ritüellerle Yaşamak
• Gelenekler Çözülürken: Aile İçi Dayanışma Ve Rehavet İlişkisi
• Homo Demens ve Aydınlanma Yolu:
“Sağduyulu” Düşüncenin Sınırlarını Aşmak
• Dolaylı Bir İletişim: Yaşam Tarzı Ve Eşyaların Mesaj Değeri (Roland Barthes)
• Görme Biçimleri ve Yanılsama İlişkisi
• İnsanın Nesneye Dönüşmesi
• İşaretlerin İdeolojisi Ve Sağduyu
• Hayatı Anlamlandırma Yolları
• Eğlence İncelemeleri, Oyun ve Şiddet İlişkisi, Homo Ludens
• Ruhun Gıdası Olarak Tüketim Ve “Adlandırma” Kültürü
• Ekrandaki Kültür Ve Medyanın İnandırıcılığı
• Kendi Şehrinde Turist Olmak
• Kişinin Kendisi ile Kamuya Dönük Yüzü Arasındaki Rol İkilemi
• Dilin Nedenselliğini Yitirmesi Ve “Geyik Muhabbeti”
• Gündelik Hayatın Ritmi ve Kenti Yaşamak
• Kimlik, Bellek, Beden, Cinsiyet ve Mekan
... :)
Huzur ve entropi ilişkisi...
Bu ilişki, bir tür "mesafeli tutku" durumunu anlatır, insanın çevresiyle etkileşime girdiği anları ve seçilmiş yalnızlıkları boyunca, bir "planlı sürüklenme eğrisi"ne teğet geçmesi tezine dayanır... Ve bu tez, şehir hayatını seçmiş bir meczup dervişin aşkı kadar inandırıcıdır sadece...
Her insanın içindeki "iyi kurgulanmış bir vaatin gerçek olduğuna kendini kaptırma eğilimi" ve varoluşunu sürdürme güdüsü, algılarımızdan gelen verileri dengeleyerek, o an için kabul ve tahammül edilebilir bir gerçeklik tarifi sunar bize...
Çoğu kez, bu gerçekliğin durağan değil, hareket halinde bir şey olduğunu göz ardı ettiğimizden, alışmak istediğimiz bu durumun kaybolmaya yüz tutmasından şikayet ederken buluruz kendimizi: Biz huzur ararken, karşımıza eşitsizliklerin getirdiği tedirginlik çıkar... İşte bu teğet noktasındaki "düşkırıklığı ve öfkeyi yönetebilmek becerisi"nden de yeni bir olasılık doğar: Sürdürülebilir tedirginlik ve merak ilişkisi...
En temel doğa kanunu olan "eşitsiz gelişim", pek eğlenceli bir konu değil... Zaten eğlenceyi de, eşitsizlikleri unutma arayışı olarak tarif etmek mümkün... "Kendi varoluşunun sınırlarını nereye kadar zorluyorsun?" sorusunu fazla romantize etmemek şartıyla, demek ki, başkasına yakınlaşabilmek de kendinden uzaklaşmakla başlar...
Bizim tezimiz, kibir ve eziklik kutuplarında tanımsız olduğundan, başkalarıyla birlikte yapılabilecek şeylerin sürdürülebilirlik olasılığı, gerekli kavgaları etmeden gerçekten arkadaş olunamayacağı varsayımına dayanıyor her şeyden önce... İdare edilerek geçiştirilen eşitsizlikler derinlerde bir yerde öfke biriktirdiği için, aslında birer gizli yardım çağrısı olan samimi kaprislerin ve uyumsuz beğenilerin tetiklediği kaçınılmaz kavgaların açtığı yaralardan içeri sızan temiz hava, insanı kapalı bir sistem olmaktan alıkoyar ve hayata müdahale kabiliyetini artırır...
Tamam başkaları da söylüyor, bu yüzyıl, derin düşüneni hor görmeyi öğretti bize, ama yine de alışkın olmadığımız durumlar karşısındaki acemiliği ve boşluk anlarının belirsizliğini sevmeye çalışmakta fayda var... Çünkü doğası gereği uçucu-hareketli bir şey olan huzur, yalnızca aralarında mesafe olan beklenmedik ve ayrık zamanlarda sürdürülebilir bir hal... Ve onun değerini bilebilmek için, aynı anda yoksunluğunu da önemseyebilmek gerekiyor ki, zamanda ayrık buluşmaların taşıdığı merakın olasılıkları yükselebilsin...
Planlı sürüklenme eğrisine teslim olan insan, bilinmeyene varmak uğruna bilerek incinmeyi göze aldığından, gücü yettiğince kurgulayabildiği bir eşitsiz gelişimin ihtimallerini yaşar, ümitlerini sık sık kırılma noktalarında test eder... Çünkü sezgileri ona, yeniden büyülenebilmenin ilk şartının önceki büyülerden kurtulmak olduğunu söyler...
Galiba asıl mevzu, herkesin kendine hakikatli ve mesafeli bir tutku edinebilmesi; gerisi hoş bir hayal, bir hikaye, tıpkı yukarıda anlatılanlar gibi...
Her insanın içindeki "iyi kurgulanmış bir vaatin gerçek olduğuna kendini kaptırma eğilimi" ve varoluşunu sürdürme güdüsü, algılarımızdan gelen verileri dengeleyerek, o an için kabul ve tahammül edilebilir bir gerçeklik tarifi sunar bize...
Çoğu kez, bu gerçekliğin durağan değil, hareket halinde bir şey olduğunu göz ardı ettiğimizden, alışmak istediğimiz bu durumun kaybolmaya yüz tutmasından şikayet ederken buluruz kendimizi: Biz huzur ararken, karşımıza eşitsizliklerin getirdiği tedirginlik çıkar... İşte bu teğet noktasındaki "düşkırıklığı ve öfkeyi yönetebilmek becerisi"nden de yeni bir olasılık doğar: Sürdürülebilir tedirginlik ve merak ilişkisi...
En temel doğa kanunu olan "eşitsiz gelişim", pek eğlenceli bir konu değil... Zaten eğlenceyi de, eşitsizlikleri unutma arayışı olarak tarif etmek mümkün... "Kendi varoluşunun sınırlarını nereye kadar zorluyorsun?" sorusunu fazla romantize etmemek şartıyla, demek ki, başkasına yakınlaşabilmek de kendinden uzaklaşmakla başlar...
Bizim tezimiz, kibir ve eziklik kutuplarında tanımsız olduğundan, başkalarıyla birlikte yapılabilecek şeylerin sürdürülebilirlik olasılığı, gerekli kavgaları etmeden gerçekten arkadaş olunamayacağı varsayımına dayanıyor her şeyden önce... İdare edilerek geçiştirilen eşitsizlikler derinlerde bir yerde öfke biriktirdiği için, aslında birer gizli yardım çağrısı olan samimi kaprislerin ve uyumsuz beğenilerin tetiklediği kaçınılmaz kavgaların açtığı yaralardan içeri sızan temiz hava, insanı kapalı bir sistem olmaktan alıkoyar ve hayata müdahale kabiliyetini artırır...
Tamam başkaları da söylüyor, bu yüzyıl, derin düşüneni hor görmeyi öğretti bize, ama yine de alışkın olmadığımız durumlar karşısındaki acemiliği ve boşluk anlarının belirsizliğini sevmeye çalışmakta fayda var... Çünkü doğası gereği uçucu-hareketli bir şey olan huzur, yalnızca aralarında mesafe olan beklenmedik ve ayrık zamanlarda sürdürülebilir bir hal... Ve onun değerini bilebilmek için, aynı anda yoksunluğunu da önemseyebilmek gerekiyor ki, zamanda ayrık buluşmaların taşıdığı merakın olasılıkları yükselebilsin...
Planlı sürüklenme eğrisine teslim olan insan, bilinmeyene varmak uğruna bilerek incinmeyi göze aldığından, gücü yettiğince kurgulayabildiği bir eşitsiz gelişimin ihtimallerini yaşar, ümitlerini sık sık kırılma noktalarında test eder... Çünkü sezgileri ona, yeniden büyülenebilmenin ilk şartının önceki büyülerden kurtulmak olduğunu söyler...
Galiba asıl mevzu, herkesin kendine hakikatli ve mesafeli bir tutku edinebilmesi; gerisi hoş bir hayal, bir hikaye, tıpkı yukarıda anlatılanlar gibi...
İnsanlardan yorulmak...
Zamanı gelince metallerin, çelik köprülerin bile "yorulduğu" şu hayatta, sonlu varoluşumuz içerisinde bizi yoran şeylerden biri de, diğer insanlarla her etkileşime girdiğimizde kaçınılmaz biçimde yaşanan "iletişim kayıpları" sanırım...
Bir köprü, üzerinden geçmesiyle her iki tarafın da kullanım ömrünü kısaltan bir kamyonu sevemez ya da umut bağlayamaz tabii, ama biz, hayatımızın tam ortasında iz bırakarak ya da sadece sokakta bize çarparak yanımızdan geçen diğer insanlara "derdimizi anlatabilme" ihtimalimiz yüzünden, yani bu "beklenmedik etkileşim farkındalığı"nın* bedeli olarak, yoruluruz biraz da...
Örneğin, özellikle "beklentisiz ve sürprizsiz" insanlarla sadece önceden hazırlıklı olduğumuz konuşmaları yaparak zaman geçirmenin yorucu olmamasının bir sebebi de, iletişim uğruna kaybedilen enerjinin minimumda kalmasıdır...
"Hell is the other people" sözü doğruysa eğer, zaman zaman bilerek yorulmayı tercih etmek de, bedelini ödemeyi vaat ettiğimiz basit bir sorumluluk meselesidir galiba...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)